Yrd. Doç. Dr. Doğan YAVAŞ
Bursa’nın fethini göremeyeceğini hisseden Osman Gazi’nin
vasiyetini, daha sonra oğlu Orhan Gazi’nin de fetih ile başkent olan küçücük
bir kasabayı koca bir şehre dönüştürmesini, her biri sanat abidesi olan eski
eserlerin, tarihçeleri ile beraber şehrimize yaptığı katkıları göreceğiz. Yeni
araştırmaların ışığında güncellenmiş yazılarımızın sizlere faydalı olması
dileğiyle.
Uludağ’ın eteklerinde kurulu, verimli toprak ve ormanları,
sahilleri, gölleri ve akarsuları ile eşsiz doğal güzelliklere sahip olan Bursa
şehrinin bu zenginliğinin, geçmişte ne gibi gelişmelere yol açtığı, özellikle
son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarla aydınlığa kavuşmuştur.
Mustafakemalpaşa’nın Paşalar köyünde, Berna Alpagut başkanlığında yapılan kazılarla
ortaya çıkan, günümüzden 15.000.000 yıl öncesine yani paleoantropolojik döneme
ait buluntular içinde, bugün ekvator bölgesinde yaşayan hayvanların kemikleri
de yer almaktadır. Eski bir akarsuyun deltası olduğu anlaşılan Paşalar’da ele
geçen fosiller küçük kemirgenler, fil, gergedan, zürafa, domuz ve kuyruksuz
büyük maymunlar ile diğer etçil ya da otçul hayvanlara aittir. İnegöl ilçesi
Çitli köyü yakınındaki mamut fosillerinin bulunduğu fosil yatağı da aynı döneme
aittir.
Bursa yöresinde daha sonra Paleolitik Çağ söz konusudur.
Alt, Orta ve Üst Paleolitik olarak adlandırılan ve milattan önce 2.800.000 den,
milattan önce 10.000 yılına kadar gelen bu döneme Eski Taş Devri de denilir ve
Yontma Taş, Cilalı Taş gibi dönemlere ayrılır. Bu çağdaki insan toplulukları
geçimlerini, avlanarak ve yenilebilir bitki ya da tohumları toplayarak
sağlamakta ve mağaralarda yaşamaktaydı.
Bu insanlar, beslenmeleri için gerekli yiyecekleri kendileri
üretememekle beraber, hayatlarını devam ettirebilmek için, volkanik taşları veyahut
çakmaktaşını yontarak av aletleri yapıyorlardı. Mağara duvarlarında görülen
resimler, daha o devirde insan düşüncesinin gelişmiş olduğunu kanıtlamaktadır.
Paleolitik Çağ’ın en erken devirlerinden itibaren dünyanın
ikliminde çok büyük değişiklikler oldu. Anadolu’nun büyük bölümü bozkır
görünümünde iken Karadeniz kıyıları ormanlık bölgeydi. İklimin ısınmasından
önce Anadolu’da bugüne kadar gelebilmiş göllerin yüz ölçümleri çok daha geniş
alanları kaplıyordu. Bölgemizde yer alan İznik Gölü’nün bugünkü seviyesinden
80-145 m.
Daha yüksek olduğunu gösteren katmanlar saptanmıştır.
Orhaneli ilçesi sınırları içinde yer alan Şahinkaya
Mağarası’nda, Uludağ Üniversitesi’nden Mustafa Şahin başkanlığında bir ekip
tarafından yapılan araştırmalarda Paleolitik Çağ denilen Eski Taş Çağı’na ait
bulgulara rastlanmıştır. Çakmak taşından yontularak elde edilen el aletleri
Kocaeli-Kandıra ve Küçükçekmece-Yarımburgaz mağaralarında elde edilen
buluntularla aynıdır. Milattan önce 50.000 yılına tarihlenebilirler. Yine kazılar
neticesinde bölgemizde binlerce yıldır da iskân olduğu, kent tarihinin
zamanımızdan yaklaşık 8.000 yıl geriye uzandığı anlaşılmıştır.
İnsanlık tarihindeki en köklü değişim, insanların göçebe
yaşantılarını terk edip tarım hayatına geçmeleri ile meydana gelmiştir. Çeşitli
türde yabani tohumların ekilmesi ile başlayan tarımsal faaliyetlere paralel
olarak bazı hayvanların da evcilleştirilmesi ve bunların üreyerek ekonomik
varlık haline gelmesi sonucunda insanlar sahip oldukları bu zenginliklere
bağlanmak zorunda kalmışlar ve göçebe yaşam tarzını terk ederek yerleşik düzene
geçmeye başlamışlardır. Şüphesiz bu yeni durum, yeni bir çağın başlangıcıdır ve
Yeni Taş Devri demek olan Neolitik Çağ, bir devrim niteliği taşır.
İnsan topluluklarının tarımsal üretime geçtiği bu dönemle
birlikte birçok gelişme de olmuştur. Beslenmek için artık av sürülerinin
peşinden gitmeye ya da tüketilen hububatın yerine yenilerini aramaya gerek
kalmamış, aksine ekilip biçilen bağlarının ve üreyip çoğalan hayvanlarının
bakımı için sabit yerlerde hayat sürme kolaylığı doğmuş ve bunun da sonucunda
köyler oluşmaya başlamıştır.
Kuzey Batı Anadolu’da yani bugünkü Marmara Bölgesi’nde ilk
köyler milattan önce 6000 yıllarında kurulmaya başlandı. Bu yerleşim yerleri
zamanla toprakla örtülüp üzerinde yeniden yerleşim oluşmuş ve bu şekilde üst
üste gelmiş çok evreli yerleşim yerleri tepe biçimini almış ve böyle tepelere
“Höyük” denilmiştir. Kadıköy Fikirtepe höyüğü, Marmara Bölgesi’nin çanak çömlek
üretimi yapılan ilk Neolitik yani Cilalı Taş Devri yerleşimidir. Daha sonra
M.Ö. 6500-6400‘lere tarihlenen Yenişehir Menteşe höyüğü ile M.Ö. 5900’lere
tarihlenen İznik Gölü kenarındaki Ilıpınar höyüğü gelir. Ilıpınar halkı,
avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe geçiş döneminin temsilcileridirler.
Hollandalı arkeolog Jacob Roodenberg başkanlığında yapılan
Ilıpınar kazılarında Neolitik döneme ait birçok insan iskeletleri, taş, toprak,
bakır ve kemikten yapılmış ev eşyaları, tarım araç gereçleri ortaya
çıkarılmıştır. On evre yerleşim katmanı gösteren Ilıpınar’da halkın, iki katlı
ahşap evlerde oturdukları, köyün etrafını ahşap çitle çevirdikleri, ekinlerini
biçip öğüttükleri, ikinci kez yaşanan bir yangından sonra da köyü terk
ettikleri anlaşılmıştır.
MEDENİYETLERİN BEŞİĞİ
Marmara Bölgesi’nin, Prehistorik Çağ olarak adlandırılan
tarih öncesi geçmişiyle ilgili araştırmaların en önemlilerinden biri de Nilüfer
ilçesi Akçalar beldesi dahilindeki Aktopraklık höyüğünde yapılmıştır. Ilıpınar
kazılarında, insanlığın yerleşik hayata geçerek toprağı ekip biçmeye başladığı
dönem olan Neolitik çağdan kalma bulgulara rastlanmış, bunun sonucunda da Orta
Avrupa ve Balkan kültürünü oluşturan toplulukların tarım düzenine geçmelerinde
bu bölgenin etkili olduğu sonucuna varıldığı ortaya konmuştu. Yakın bir zamanda
İstanbul Üniversitesi’nden Necmi Karul başkanlığında kazı çalışmalarına
başlanan Aktopraklık höyükte ulaşılan veriler ile 2005 yılında tespit edilen
aynı höyüğün nekropolünde yani mezarlık bölgesinde ele geçen Geç Neolitik ve
Erken Kalkolitik (M.Ö. 6000 - 5500) çağa ait arkeolojik bulgular Ilıpınar’da
varılan sonuçları destekler mahiyettedir.
Anadolu’nun ne kadar önemli bir yarımada olduğu,
“Medeniyetlerin beşiği” olarak tanımlanmayı ne denli hak ettiği, burada yeniden
açığı çıkmaktadır. Asya ve Akdeniz medeniyetleri de bu açıdan önemlidir, zira
bu dönem, dünyanın her ülkesinde aynı anda yaşanmış bir dönem değildi..
Örneğin, İngiltere’nin Neolitik Dönemi, M.Ö. 200’de, Roma dünyasıyla başlar,
yani bizden binlerce yıl sonra.
Tabii ki, bölgenin tarihi bu iki höyükle sınırlı değildir ve
yörede tespiti yapılmış 30’dan fazla höyük daha varsa da ancak birkaç tanesinde
araştırma ve kazı yapılabilmiştir. Tüm Anadolu’da ise 20.000 kadar höyük
bulunduğu tahmin olunmaktadır.
İznik-Çakırca köyünün 2 km. doğusunda bulunan Çakırca höyüğü, 200 metre çevresi ve 8 metre yüksekliği ile bu
bölgedeki en büyük höyükler arasında sayılır. Etrafındaki arazilerin verimli ve
sulak olmasından dolayı uzun yıllar yerleşim yeri olarak kullanılan höyüğün
üzerinde ve çevresinde, günümüzde de bağların, ağaçların ve tarlaların yer
alması üst kültür dokusunun bozulmasına sebep olmuştur. Yapılan yüzey
araştırmalarında M.Ö. 2300 yıllarına tarihlenebilecek keramik buluntularına
rastlanmıştır. Bundan başka M.Ö. 1900-1700 yılları arasındaki Orta Bronz Çağı’na
ve M.Ö. 1300 Geç Bronz Çağı’na ait çanak çömlek buluntuları da, tarih öncesi
denilen Prehistorik çağlarda, İznik ve çevresinde yaşayan insanların kültüründe
keramik olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunlardan başka, yine İznik’te Karadin höyüğü, Demirci höyüğü,
Çiçekli-Üyücek höyüğünde de bol miktarda keramik kapların bulunmuş olması,
İznik’in Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden önce de keramik ve
çini merkezi olduğunu göstermektedir ki, ileriki haftalarda İznik’te Osmanlı
sanatından bahsederken, İznik’te çini ve keramik sanatına da değinilecektir.
Gerek kazı çalışmaları yapılan höyüklerde gerekse tespiti
yapılmış diğer höyüklerde yapılan yüzey araştırmalarında, bölgedeki yaşamın
Neolitik çağdan tunç çağının sonlarına kadar (M.Ö 1200) kesintisiz olarak devam
ettiği anlaşılmaktadır.
“Höyük” dediğimiz üst üste yerleşimlerin oluşturduğu bu
tepeciklerin dışında bir de “Tümülüs” denilen tepeciklerinden kısaca bahsetmek
gerekirse; İznik’in doğuya açılan Lefke/Osmaneli Kapısı’ndan çıkıldığında, M.Ö.
149’da öldürülen Bithynia kralı II. Prussias’a ait olduğu düşünülen ve halk
arasında Berberkaya olarak bilinen bir mezar odası vardır. 18. yüzyıla kadar
sağlam bir şekilde gelmiş olan mezar odası, defineciler tarafından
dinamitlenerek 17 parça halinde, bulunduğu Elmalı dağının yamacına dağılmıştır.
Bu bölgenin Bithynia, Roma ve Bizans döneminde nekropol yani mezarlık alanı
olarak kullanıldığını biliyoruz, bir diğer tümülüs ise yine İznik – Elbeyli’de
yer alan Dörttepeler tümülüsüdür. Günümüzde de Elbeyli Mezarlığı olarak
kullanılan bu tepelerde karayollarının çalışmaları esnasında 2 adet mezar
odasının girişi ortaya çıkmış ve bölge koruma altına alınmıştır.
ÇAĞLAR BOYU BURSA
Bakır ile kalay alaşımı olan tuncun bulunuşuyla Anadolu’da
M.Ö. 3000-1200 yılları arasında Tunç Çağı yaşanır. Bu çağ, kazılarda bulunan
çanak çömleğin yapısına, üretim ve mimaride kullanılan tekniğin düzeyine göre
de Erken, Orta ve Geç Tunç Çağı olmak üzere üçe evreye ayrılır. Önceki çağlarda
insanoğlu tarım, hayvancılık, dokumacılık ve çömlekçilik gibi buluşlar
yapmıştı. Yeni bir dönem olan Tunç Çağı’nda ise, daha ince ve detaylı maden
işçiliğine olanak sağlayan tuncun icadı ile bu teknoloji gelişmiştir. Bunun
sonucunda çeşitli tasarımlarda süs ve takı eşyaları, eskisinden daha güçlü hale
getirilmiş kılıç, kalkan, mızrak ve zırh gibi savaş aletleri yapılmaya
başlanmıştır.
Erken Tunç Çağı dediğimiz M.Ö 3000-2000 tarihleri arasında
daha çok tarıma dayalı köy kültürü sürdürülmekteydi, Mezopotamya ve Mısır’da
yazının kullanılmaya başlamasına rağmen Anadolu henüz bu aşamaya ulaşamamıştı.
Bu dönemde Balkanlar üzerinden gelerek Anadolu’ya geçen Hint-Avrupa kökenli
Luviler önemlidir.
M.Ö. 2000-1500 Orta Tunç Çağı’dır, bugünkü Yunanistan’da ilk
Grek kültürünün oluşturan ve genellikle Mikenler olarak adlandırılan kavmin
M.Ö. 1600-1500 yıllarında, Doğu Akdeniz ve Anadolu’da ticaret kolonileri
kurmalarıyla başlamaktadır. Homeros’un Akalar diye adlandırdığı bu ilk Helen
kavmi bu tarihlerde Bugünkü adı Balat olan Miletos’a yerleşmişlerdir. Bu evrede
Anadolu’da farklı diller konuşan halklar yaşamaktaydı. Aslında farklı
kavimlerin daha önce de varlığı düşünülebilir fakat etnik kökenlerin
anlaşılması ancak yazının kullanılmaya başlanması ile mümkün olabilmiştir.
Yazılı belgelerden anlaşıldığına göre bu dönemde, Hint-Avrupa grubuna ait
diller konuşan halklar Orta ve Batı Anadolu’da, Asya kökenli bir dil konuşan
Hurriler Doğu Anadolu’da, Sami kökenli halklar ise güneydeki sıcak bölgelerde
yaşamaktaydı.
Bu tarihten M.Ö. 1200’lü yıllara kadar olan evre Geç Tunç
Çağı’dır. Kuzeybatı Anadolu için çok önemli hatta destansı bir şehir olan Troia
bu dönemdeki en meşhur yerleşimdir. Hiti ve Miken uygarlıkları ile çağdaş olan
bu kentte yazı henüz bilinmemekle beraber yüksek kültür seviyesine ulaşılmıştı.
Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında bahsedilen Priamos’un kenti
buradaydı.
M.Ö 1200 dolayları Demir Çağı ve tarihe Deniz Kavimleri Göçü
olarak geçen dönemin başlangıcıdır. Bu dönemde Anadolu, Yunanistan, Mısır ve
Suriye, karadan ve denizden gelen şiddetli göç dalgalarına sahne olmuş
özellikle Anadolu ile Balkanlar, Ege ve Akdeniz üzerinden gelen istilacı
kavimlerin saldırılarına maruz kalmıştır. Bu saldırılar sonucu Mısır, Hitit ve
Troia krallıkları yıkılmış ve Batı Anadolu’da M.Ö. 1200 – 800 yılları arasında
yaklaşık 400 yıllık bir “Karanlık çağ” yaşanmaya başlamıştır.
Bu göçler esnasında Bithynia bölgesinde Bebrig kavmi hakim
olmuştur. Bir Helen destanında bunların Marmara denizinin güney sahillerinde
yaşadıkları anlatılmaktadır. Bebrigler’in yaşadığı Karadeniz kıyısı, İstanbul
boğazı ve Marmara denizi arasında kalan bu verimli topraklara daha sonra
Yunanlılar ve Romalılar tarafından Bithynia adı verilecektir. M.S. I. yüzyılda
yaşamış olan Romalı yazar Yaşlı Plinius ve onun çağdaşı Amasyalı Strabon ise
bölgenin bu adı Trakyalı kavimlerin akınından sonra Bithynler ile Thynler’in
adından alındığını söylerler.
Bursa ve çevresi bu krallıkların yıkılmasından en fazla
etkilenen yörelerden biridir. Balkanlara yakın olan bu bölge, Anadolu’ya giren
toplulukların ilk uğrak yeri olmuş ve M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren istilalara
uğramıştır. Bu topluluklar arasındaki Bithyn ve Tynin gibi akraba olanlar bir
araya gelerek, güneyde Mustafakemalpaşa, kuzeyde ise Marmara ve Karadeniz
sahillerine kadar olan bölgede Bithynia Krallığı’nı kurmuşlardır. Bölge, daha
sonra Perslerin hakimiyetine girerek 200 yıl kadar onların denetiminde kalmış
ve daha sonra da Büyük İskender (III. Aleksandr) devrini yaşamış, onun
ölümünden sonra da M.Ö. 330-30 arasında Helenistik dönem dediğimiz devirde, I.
Nikomedes tarafından Bithynia krallığına bağlanmıştır.
Bugünkü Bursa şehrinin temelini oluşturan Antik Prusa kenti
Bithynia kralı I. Prussias M.Ö.228-185) zamanında kurularak adını da kraldan
almıştır. Bursa, ilçeleri İznik (Nikaia), Mudanya (Apameia), Gemlik (Kios),
Uluabad, Gölyazı (Apollonia Ad Ryndacum) Orhaneli (Hadrianoi Ad Olympum) ve
Mustafakemalpaşa (Miletopolis) ile birlikte, M.Ö. 74 yılında da IV. Nikomedes
tarafından Roma Devletine bağlanmıştır.
Roma çağında da önemini koruyan kent Erken Bizans için çok
önemli bölge olmuştur. Uludağ’da 4. yüzyıldan 8. yüz yıla kadar 50’ye yakın
manastır inşa edildiğini bu yüzden Oros ton Kalegeron (Keşişdağı) denildiğini
ve bu ismin 1922 yılına kadar kullanıldığını bu tarihte de Askeri Coğrafya
Encümeni Azası Dr. Osman Şevki’nin girişimiyle Uludağ olarak yenilendiğini biliyoruz.
Fakat bu manastırların 8. yüzyılda aniden terk edildiği anlaşılmıştır.
KURULUŞ VE GELİŞME
M.Ö. 1000 yıllarında
Anadolu’nun batısı, Balkan kökenli köylü ve göçebe Yunanlılar tarafından adeta
istilâ edilmiş ve bu durum, Anadolu’nun etnik yapısını büyük ölçüde
değiştirmişti.
Trakya, Bithynia ve
Anadolu’da görülen birçok kavmin ana yurdudur ve adını Hind-Avrupa kökenli
Traklar’dan almıştır. Anadolu’ya M.Ö. 1200 yıllarında girmeye başlayan ve her
biri ayrı bir bey kumandasındaki çeşitli boylardan oluşan Traklar’ın en bilinen
ve adı geçenleri Frigler ve Mysler’dir. Amasyalı meşhur coğrafyacı Strabon,
sayıları 22’yi bulan bu boylardan ikisinin Bithynler ile onlara akraba olan
Thynler olduğundan bahseder ki, bu iki kabile Bursa’nın da içinde bir şehir olarak
bulunduğu Bithynia eyaletinin kurucularıdır. Bithynia’nın Mysialılar tarafından
da iskân edildiğini ve bu kavmin Frigyalılar ile birlikte İznik gölü etrafında
yerleştiklerini de öğreniyoruz. Tarihçi Herodot ile coğrafyacı Strabon ise
Mysialılar’ın önce Uludağ yöresinde yaşadıklarını, Friglerin gelişiyle buradan
göç ettiklerini söylerler.
Bthynia Krallığı’nın
sınırlarını çizmek istersek, “Yaklaşık olarak bugünkü Kocaeli, Sakarya, Bolu,
Bilecik, Bursa ve Yalova illeri, İstanbul’un Kocaeli tarafı ile Zonguldak
ilinin batı yarısını kapsayan bölgedir” şeklinde tanımlamak mümkündür.
Bithynia, doğuda Paflagonya, batıda Mysia, güneyde ise Galatia ve Frigya ile
komşudur. Anadolu’daki nüfus bölgeleri sürekli değişime uğramalarına rağmen
bazı etnografik geleneklerin toplumlar arasında devam etmiş olduğunu
söyleyebiliriz. Örneğin, M.Ö. 4. yüz yılda yaşamış Yunanlı yazar ve asker
Ksenophon, hatıralarından oluşan Anabasis adlı eserinde, Mysialı (Günümüzde
Balıkesir ilinin tümü, Manisa ve İzmir illerinin kuzey bölümleri, Kütahya
ilinin batısını kapsayan bölge.).bir kişinin ellerinde iki kalkan ile ortaya
çıkıp, biriyle savaşıyormuş gibi bazen kalkanları birbirine vurarak bazen de
diz çökerek folklorik bir gösteri yaptığını anlatması, hemen aklımıza Bursa
Kılıç Kalkan Ekibi’ni getirmektedir. Bundan başka, Akdeniz Bölgesi’nin antik
çağ şehirlerinden olan Aspendos ve Selge’de, M.Ö. 5-4. yüz yıllarda basılan
bazı paraların üzerinde yer alan yağlı güreş yapan pehlivan tasvirleri de,
Anadolu’da hala yaşayan ve ata sporumuz olan yağlı güreşin kaynağı hakkında
bilgiler sunmaktadır.
Tarihin kaydettiği ünlü
şahsiyetlerden olan Makedonya Kralı Büyük İskender de, M.Ö. 4. yüz yıl
ortalarında, beraberindeki dört bin kişi ile Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya
girmiş ve konakladığı her menzilde halk tarafından karşılanmıştı. İskender’in
boğazı geçtiği M.Ö. 334 yılı, Hellen Uygarlığı ve bütün dünya için önem taşıyan
yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Hellenistik Çağ olarak bilinen ve M.Ö.
333-30 tarihlerini kapsayan bu dönemde Hellen Uygarlığı, Asya ve Afrika’ya
değin yayılmış, M.Ö. 650-545 arasında yaşanan Altın Çağ kadar olmamakla
birlikte, insanlığa ikinci bir parlak dönem yaşatmıştır. Hellenistik Uygarlık,
daha önceleri sağlam Hellen kültür temeline sahip olan Anadolu’da gelişip büyümüş,
kalıntıları bugün dahi dünyayı ,derin bir şekilde etkileyen ileri bir
uygarlığın yayılmasına sebep olmuştur. Hellen Uygarlığı’nın gerçek temsilcileri
ve koruyucuları Bergama krallarıysa, önderleri de Bithynia krallarıdır.
İskender’in kültür politikası,
Doğu Dünyası’nın düşüncesine saygı göstermiş ve böylece Doğu ve Batı arasında
birleşme eğilimi oluşmuştur. Doğu’nun, Hellenizm ile kaynaşmasından, dış
görünümü ile Hellenli, ancak özüyle Doğulu olan bir dünya görüşü ortaya
çıkmıştır. İskender, İran’da bir Persli gibi giyinmiş, karşısındakilerin kendi
önünde yere kapanıp saygısını belirtmesine izin vermiş ve Mısır’da kendisine
Tanrı Ammon’un oğlu olarak tapınılmıştır. İki ayrı düşüncenin bağdaşması
sonucunda, Doğulu dinlerin baskın çıkarak Hıristiyanlık yolu ile Avrupa’ya
yayılmasına sebep olmuştur.
Etrafa hiç zarar vermeden
Uludağ’ın güneyinden geçip giderken de Bithynia’daki sömürgeci Yunan
kentlerinin etkisini ortadan kaldırarak Bithynialılar’ın bağımsızlık savaşını
kazanmasında etkili rol oynamıştır. Bithiynia Krallığı’nın temelleri yine bu
süreçte, M.Ö. 328’de Zipoetes ile atıldı. Büyük İskender M.Ö. 323 yılında
Babil’de ölünce onun generallerinden Seleukos’un kurduğu krallık, Anadolu’ya
hakim olmak istemiş ve oğlu Antiokhos’un ordusu Bithiynia’dan geçerken
Biyhiynia kralı Zipoetes tarafından tamamen yok edildi. Bazı kaynaklar, çok
başarılı bir asker olup birçok savaşlar kazandıktan sonra M.Ö. 279 yılında ölen
Zipoetes’in, aynı zamanda Bursa’nın da kurucusu olduğunu fakat kentin asıl
gelişimi I. Prussias zamanına rastladığı için şehrin bu adla anıldığını ileri
sürerler.
ULUDAĞ’IN ETEĞİNDE
Bursa tarihi için önemli kişilerden biri de Kartacalı
komutan Hannibal’dir. M.Ö. 247’de Kartaca’da doğmuş, iyi bir eğitim almış ve
henüz çok genç iken de savaşlara katılmıştır. Roma yönetimi onu ortadan
kaldırma kararı alınca Kartaca’yı terk ederek önce Suriye’ye Seleukoslar’a,
M.Ö. 188’deki Dinar barışından sonra da Bithiynia’ya sığınmıştır. Antlaşma
metninde yer alan, Hannibal’in on beş bin fili ile birlikte Romalılar’a teslim
edilmesi maddesi, kendisinin filleri ile tanınmasına sebep olmuştur. Bu
tarihten sonra Bithynia’nın o zamanki başkent Kocaeli’nin planlanmasına yardım
etmesi şartıyla I. Prussias’ın yanına gelen Hannibal’in, I. Prussias ile
birlikte Bursa kalesinin planlanmasında da bulunduğu düşünülmektedir. Bu
fikirden yola çıkarak merhum Kazım Baykal, “Şehrin alt yapı tesisleri bugün
ortaya çıkmaktadır. Pınarbaşı suyunu getirmişler, Kırkodalar Mahallesi’ndeki
iki evde on üç basamakla inilen yer altı çeşmesi Anibal’in yapısıdır.”
demektedir. Bursa’nın 2. yüzyıl başında epeyce gelişmiş bir kent olduğu
bilindiğine göre, M.Ö. 188’den sonra Hannibal’in gelişinde şehrin etrafında sur
inşaatının devam etmekte olduğu ve belli bir aşamadan sonra kendisinin müdahale
ettiği fikri daha akla yatkındır. Belki de surlara yapılan ilavelerde ve plan
değişikliği ile birlikte alt yapı çalışmalarında katkısı olduğu söylenebilir.
Bölgenin güneybatı kesimindeki en ünlü kenti Bursa, Olympos/
Uludağ’ın eteğinde oluşu ve bu civardaki aynı adla bilinen diğer yerleşim
birimlerinden ayrılabilmesi için Prusa ad Olympum olarak anılıyordu. Kendi
yönetimine ait ilk sikkelerini M.Ö. 1. yüz yılda basmaya başlayan Bursa, eski
çağlarda da sıcak su kaynakları ve kaplıcaları ile ünlüydü.
Bithynia, Roma’ya bağlandıktan sonra Prokonsüller hükümeti
zamanında düşmüş ve imparatorluğun genel yönetimine girmiştir. Roma’nın bir ili
ilan olunan Bithynia, tam yetkili vali demek olan prokonsüller tarafından
yönetiliyordu. Birkaç imparatorun ziyaret ettiği Bithynia, imparatorluğa geçmek
isteyenlerin hak iddia ederek yaptıkları savaşlara sahne olmuştur.
Roma İmparatoru Traianus’un M.S. 111 yılında Bithynia’ya
vali atadığı ve aynı zamanda yargıç olan Genç Plinius’un, imparatora yazdığı
mektuplardan, yaptığı imar faaliyetleri hakkında bazı bilgiler ediniyoruz. Bu
mektuplarda daha çok Bithynia’nın Nikomedia/Kocaeli ve Nikaea/İznik
şehirlerindeki bayındırlık hizmetleri anlatılmaktaysa da, Vali Plinius’un,
Prussia/Bursa ile ilgili şu satırları gayet önemlidir; “Bursalılar’ın eski bir
hamamı vardır, o da kötü bir durumdadır. İzniniz olursa bu hamamı yeniden
yapmak istiyorlar, inceledikten sonra zannederim yenisini yapmak gerekecektir.
Hamamın inşası için gerekli para ise şu kaynaklardan sağlanacak. Kişilere yüklenen
özel vergi, hamamın zeytinyağı harcamalarında kullanılması gelenek haline
gelmiş olan parasının bu kez inşaat için harcanması. Bu hamamın inşası, kentin
güzelleşmesi ve saltanatın ihtişamı anlamına gelir.” İmparator Traianus, halkın
üzerine yeni bir vergi yükü getirmemek kaydıyla hamamın bina edilmesi teklifini
kabul etmiştir.
Vali Plinius’un bir diğer mektubunda ise, yeniden yapılacak
hamamın yeri için, günümüzde Saltanatkapı girişinde bulunan Lala Şahinpaşa
Medresesi’nin yerini göstermekte ve “Ben hamamın aynı yere yapılmasını ve
çevresine açık kuşaklarla, kemerli ve direkler üzerine yapı yapılmasını yahut
yalnız oturacak yerler yapılmasını öneriyorum Bu bina, tüm güzelliklriyle
şahsınıza layık bir eser olacaktır.” Buna cevaben İmparator Traianus, o arazinin
bir vakfa ait olmaması halinde binaya izin vereceğini belirtmektedir.
Bahsedilen yerde bugün medresenin bulunması, eğer sonraki devirlerde yıktırılıp
ortadan kaldırılmadıysa, bu hamamın buraya yapılmamış olduğunu
düşündürmektedir. Bu mektuplarda, özgün yapılarla süslenmiş bir kent tasvirinin
yapıldığı Bursa’da bir hamam, bir şehir meydanı ve ortasında kütüphanesi ile
büyük bir köşkün varlığı anlaşılmaktadır. Bunlardan başka, Traianus’un
heykelinin olduğu da düşünülmekteyse de elimizde sağlam bir bilgi yoktur.
Hisariçi’nde yapılan kazılarda bazı heykel kaideleri ve büstler ortaya
çıkarılmış fakat bunların kimlere ait olduğu henüz tespit edilememiştir.
Bu arada, bir de Bursa doğumlu olup da Bursa’yı kendi parası
ile güzelleştirmek için planlar yapan Dionysos Chrysostomos adlı, zengin ve iyi
bir hatip olduğu için “Altın ağız” lakabıyla tanınan bir kişinin çalışmaları
varsa da Vali Plinius buna engel olmuştur.
Bursa’nın sıcak su kaynakları ve kaplıcalarından
bahsedilmemesi, Romalılar’ın bunlardan haberdar olmadığını göstermektedir.
Romalıların farkına varmadıkları kaplıcalar, Bizanslı yöneticilerin dikkatini
çekmiş ve bu kaynakların yakınında Pythia yerleşmesi kurulmuştur ki, günümüzde
Çekirge semti olduğu kabul edilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder