Röportaj:
Türkan GENÇ
Operatör Dr. Avni
Domaniç, asırlık bir çınar. Dünya ve Balkan savaşlarına tanıklık etti. 2 Osmanlı padişahı, 11 Cumhurbaşkanı ve 28 Başbakan
ile NATO’nun kuruluşu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları, Bursa’nın Yunanlılar
tarafından işgali, TBMM’nin açılışı, Türk alfabesinin kabulünü gördü. 100.
doğum günü, mezun olduğu Erkek Lisesi Mezunları Derneği tarafından düzenlenen partiyle kutlandı. Uzun yaşamı, ilginç olaylar ve
anılarla dolu, adeta canlı bir tarih Domaniç'in hayatından
kesitler ilginizi çekecek...
Avni Bey sizi
tanıyabilir miyiz?
Ben Gemlik’in Muratoba
köyündenim. Babamı maalesef göremedim. 1. Cihan Harbi’nde Çanakkale’de şehit
olmuş. Dedem vardı, Halil Ağa derlerdi. İlkokulu bitirdim, liseye gideceğim. O
vakit Bursa’da orta mektep, yalnız Erkek Lisesi vardı. Dedem beni okutmak
istemiyor, kurdukları düzenin başına beni geçirmek istiyordu. Fakat “Mutlaka
tahsil yap, sakın bırakma” diyen Murat adlı hocamın teşvik etmesiyle dedem beni
Erkek Lisesi’ne yazdırdı.
Liseyi bitirince
çalışmaya başlayacaktım. Paraya ihtiyacımız vardı. Umurbey köyü bize 3
kilometredir. O zaman Başbakan olan Celal Bayar’ın oğlu Refik Bayar,
İstanbul’da bir şirketin müdürüydü. Onun aracılığıyla İstanbul’da bir bankada
işe başlayacaktım. Devam mecburiyeti olmadığı için de Ticari İlimler
Akademisi’ne yazıldım. Gemlik’e eşyalarımı almaya geldiğimde, sonradan
kayınpederim olacak kişi, seçtiğim yolun yanlış olduğunu, kendime bir meslek
seçmem gerektiğini söyledi. Bunun üzerine tıbbiyeye yazıldım. Başarıyla da
mezun oldum.
Celal Bayar ile
nasıl tanıştınız?
Ben köylüyüm.
Muratobalı’yım. Bizim köyümüzde okur-yazar diye kimse yokmuş. Tıbbiyenin ikinci
sınıfındaydım, Gemlik’e izne geldim. Dr. Ziya Bey dedi ki, “Bana bak sen bugün
köye gitme, Celal Bayar gelecek Umurbey’e, seni onunla tanıştırayım”. Bekledim,
hakikaten de öyle. O vakit Umurbey’e tekerlekli vasıta çıkmıyor. Yol yok.
Patika yol var. Ondan sonra doktor bey, belediye reisi atlar hazırlattı. Geldi
Celal Bayar, Müsteşarı, bir de Bursa Valisi beraber. Beni tanıştırdı, “Muratoba
köyünden tıbbiye ikinci sınıfta” deyince Bayar şaşırdı, böyle bir acayip falan
oldu. “Ben Umurbey’de Rüştiyeye devam ederken, Muratoba Köyü’nde bir tek
okur-yazar kimse yoktu. Mektuplarını bize getirirlerdi, biz okurduk.
Şaşkınlığım bundandır” dedi. Hiç unutmam onu.
“CELAL BAYAR'IN
'ADAMI' DİYE ALMANYA'YA GÖNDERMEDİLER”
Öğrenciyken Sağlık
Bakanlığı'nın yurtlarında kaldık bedava. Onun karşılığı mecburi hizmet vardı.
Tuttular beni, o zamanlar harekat bölgesi olan Tunceli’nin Ovacık kazasına
atadılar. Kimsem de yoktu. Celal Bayar’ı tanıyoruz ya, kendisini ziyarete
gittim. Mezuniyetimi tebrik etti. Ne yapmayı düşündüğümü sordu, derken bu
sırada yanına gelen kalem müdürü, “Doktor bey Avrupa’da ihtisas yapmak istiyor,
kendisi söyleyemiyor” dedi. Aslında böyle bir şey ne konuştuk, ne de adamı
tanıyordum. O anda gelişen bir şeydi. Celal Bayar da hemen “Doktor Avni Bey 5
sene müddetle Almanya'ya gidecek ihtisas yapacak” diye talimat verdi. Ooooo ben uçuyorum artık.
Ama öyle bir hal oldu ki, Atatürk vefat etti. Olaylar karıştı, kıyametler
kopuyor. Beni de Ovacık’a gönderdiler. Almanya' ya ‘Celal Bayar'ın adamı’ diye
gidemedim.
“MARAŞ'TA ŞANSIM
DÖNDÜ, AMERİKA'DA ÜÇ YIL KALDIM”
İkinci Cihan Harbi devam
ediyor. Sonra mecburi hizmeti bitirdik. İzmir Devlet Hastanesi'ne asistan
olarak atandım. İhtisasımı bitirdim, operatör oldum. Buradan beni yine kimsemiz
olmadığı için Maraş Devlet Hastanesi başhekimliğine tayin ettiler. Maraş'a
gittim, orada şansım döndü. Maraş Mebusu Kemal Beyazıd Sağlık Bakanı oldu.
Maraş’a geldi, benim çalışmalarımı gördü. Çok beğendi, takdirname gönderdi. Bir
gün bana dedi ki, “Bakın doktor bey, ben Maraşlıyım. Maraş’ı da çok iyi
bilirim. Maraşlılar sizi çok seviyorlar, ama sizin Maraş’ı sevmenize imkan,
ihtimal yok. Size bir şeyler yapayım ki, sevgi karşılıklı olsun, tek taraflı
sevgi oluca zaten bir şey ifade etmez. Bunun için maaşınızı iki derece üst
yapabilirim.” Ben de kendisine, “Sayın Bakanım benim paraya pek düşkünlüğüm
yok, ama bir şeyim var, Amerika’ya gitmek istiyorum” dedim. “O kolay” dedi ve
beni Amerika'ya gönderdi. 3 sene Amerika da kaldım. İhtisas yaptım.
Amerika dönüşünde Bursa
Devlet Hastanesi cerrahi kısmına şef olarak tayin edildim. 1955- 60 yıllarında
zannedersem. İbrahim Öktem adındaki bir operatör, Demokrat Parti mebusu olup
gitmişti, onun yerine tayin ettiler. 15 sene kaldım cerrahi kısmının başında.
Eski Bursa’dan
kalan neler var aklınızda?
Ben lise talebesiyken,
Bursa Valisi Fatım Bey idi. Bir onun otomobili var, başka ne özel ne resmi
araba var. Gemlik-Bursa arasında postaları, atlı arabalar yapıyor. Arabalarda
şilteler var, yolcular bağdaş kurup oturuyor. Gemlik’ten araba kalkıyor, öğleye
kadar tangır tungur. Tepederbent denilen yerde -Selçukgazi köyünün yanında-
orada duruyorlar, atlarını boşaltıyor, sularını içiriyor, yemlerini veriyor,
yolcular da iniyor, ne varsa bir şeyler yiyor, içiyor tekrar arabaya biniyoruz.
Akşam üzeri Bursa’dayız. Bunlar çok enteresan.
Bursa’da o zamanlar
faytonlar var. Ben o zaman 12-14 yaşındayım. Bir de yaysız arabalar var, adına
tarika mı diyorlardı ne, basit arabalar. Faytonlar çok pahalıydı binemiyorduk.
Şehirde tatil günleri birkaç arkadaş çıkıyorduk, o yaysız arabalara biniyorduk.
45 dakikada Çekirge'ye gidiyorduk. Kaplıcalarda falan banyo yapıyorduk. Yine
biniyorduk, 45 dakikada liseye dönüyorduk.
SANAYİ GELDİ,
NAYLON ÇIKTI, HER ŞEY DEĞİŞTİ!
36 bin nüfuslu küçük bir
şehirdi. Eskiden kozacılık çok ilerdeydi. Bütün köylerde kozacılık vardı. Koza
Han var ya, küfelerle koza dolardı, köylüler getirirdi. Kapalı Çarşı baştan
aşağıya hep koza dolardı. Naylon çıkınca bitti, kalmadı. Parkın karşısı, Ziraat
Bankası’nın olduğu yerler, evler falan yapıldı, orası baştan aşağı mezarlıktı.
Satışlar çok enteresandı. Adamlar omuzlarında şerbet dağıtırlardı. Çok
enteresan günler yaşadık. Sanayi gelince her şey değişti.
Kültürpark çiftlikti.
Eski evler çok güzeldi. İki deresi vardı. Pınarbaşı suyu diye bir su vardı.
Havuzlar vardı, bahçeli evlerdi hep. Şimdi hepsi değişti gitti. Altıparmak’a
başlamadan, şimdi SSK Müdürlüğü var ya, orada bir zatın konağı vardı ahşap. Çok
muazzam bir konaktı.
ESKİ BURSA'DA İNSANLAR BİRBİRİNE
KARŞI GAYET NAZİKTİ...
Tayyare Sineması diye bir
sinema vardı. Başka bir şey yoktu. Şark sonradan oldu. İnsanlar birbirine karşı
gayet iyiydi, nazikti, herkes birbirini tanırdı. Biz çıkardık Yeşil’e giderdik,
saçlarımızı briyantinle tarardık. Yeşil tarafına yürürdük. Atatürk Caddesi
yoktu, yani ben geldiğimde. Altıparmak’ın daracık bir yolu vardı, çok Yahudi
vardı orada. Yahudilik derlerdi, kimse de giremezdi. Çocukları, Yahudilik
denilen yerde ‘sizi fıçıya atarlar’ diye korkuturlardı.
“BÜTÜN KÖYLÜ DAĞA
ÇIKTIK”
Kurtuluş Savaşı
yıllarından ne gibi olaylar hatırlıyorsunuz?
Bizde kiraz ağacı
çoktur. Dedem Gemlik’e kiraz satmaya gidiyor, fakat kirazlarla beraber döndü
geldi bir gün. İki gözü iki çeşme. “Yandık, bittik, mahvolduk” diyor.
İngilizler Gemlik’i işgal etmiş. Ondan sonra 15-20 gün falan kaldı İngilizler
Gemlik’te. Sonra Yunanlılara devrediyor.
Kayınpederim Dr. Ziya
Kaya Bey’den dinlediğim şey o. İngiliz donanmasından bir kısmı gelmiş Gemlik’e
bir filikayla. Bir de yanlarında Yunan tercüman. Bizim kayınpeder Belediye
reisiymiş, “Gemlik’i işgal edeceğiz, sakın en küçük bir hareket olmasın. Yoksa
Gemlik’i yakarız” demişler. Bizimkiler de demiş ki, “Sakın böyle bir şeye
tenezzül etmeyin, çeteler var. Biz anlatamadık, çetelere. En küçük bir hareket
ederseniz -hepsi Rum zaten Gemlik’in- bütün Rumları yakacaklar. Donanma bırakıp
geri gidiyor. Bir hafta sonra blöf olduğunu öğreniyor, tekrar geliyor işgal
ediyorlar. Gemlik jandarma kumandanı, Gemlik Belediye Dr. Ziya Kaya Bey ve bazı
kimseler Katırlı köyü var, buradan yaya olarak Yenişehir’e geçmek istiyorlar.
Yenişehir’de Milli Kuvvetler var. Katırlı Köyü’nü geçiyorlar, Sultancılar
bunları çeviriyor, ellerinde ne varsa alıyor ve çok enteresandır, kendilerini
bırakıyorlar, bunlar da milli kuvvetlerin tarafına geçiyorlar.
TAVUKLARINI BİLE
YANINA ALAN VARDI
Son zafer kazanılmadan
evvel, bizim köye herhalde bir haber gelmiş olacak ki, bütün köylü karşıki dağa
geçtik. Ooo bir rezalet ki, görseniz… Tavuklarını bile alan vardı yanına. Orada
bir akşam falan kalındı. Ertesi akşam dendi ki, dağ aşılacak, arka tarafta
Yenişehir var, Milli Kuvvetlere kavuşulacak. Gece yarısı hareket ettik. Gece
oldu, dediler ki; yerimiz belli, yerimizi değiştirmemiz lazım, baskın yaparlar.
Kalktık biz yer değiştireceğiz. Bizim köyde bir kadın var, 120-130 kiloluk
Hürmüz Ana diyorlar, çok şişman. Köyün ileri gelenlerinden, zenginlerinden
falandı. Onu da ata bindirdiler. Yerimizi değiştiriyoruz biz. Birden silahlar
patlamaya başladı. Herkes çil yavrusu gibi dağıldı. Bu kadıncağız da atın
üstünde kaldı. Düştü, ayağının birisi bağlı kalmış, böyle duruyor, at da
durmuş. Herkes kaçtı saklandı. Ondan sonra o kadının sesi duyulmaya başladı.
“Gelin, kaçmayın, bizimkiler geldi, bunlar bizim askerlerimiz” diye bağırıyor.
Ama ileri gelenler, yaşlılar konuşuyorlar, “İnanmayın bunlar Çerkezlerdir”
diye. Çünkü Çerkezler, Yunan işgali zamanında Halifelerin ordusu, yani
padişahın ordusundandı. Hiç unutmam Halil Ağa diye bir adam vardı, o dedi ki,
“Bakın arkadaşlar, ben gideceğim ama ne olursa olsun, hakikati bağıracağım. Ama
beni öldürürler bilmem.” Ondan sonra bu adam gitti, baktık Hürmüz Ana ve bizim
askerler, beraber hoop çıkageldiler. O geceyi hiç unutmayız. Asker tabii bizi
bıraktı ve Mudanya'ya devam etti.
Hayme Ana’nın
türbesini onartan ve geleneksel Söğüt Şenlikleri’ni de başlatan kişisiniz. Bunu
anlatır mısınız?
Büyüklerimden dinledim hep Hayme Ana’yı, Domaniç’i falan...
1934 yılında tıbbiye de tahsilimi yapıyorum, Soyadı Kanunu çıktı. Anlatılanlar,
Hayme Ana’nın hikayesi bana o kadar tesir etmiş ki, hiç düşünmeden, hatta
görmeden Domaniç soyadını aldım. Bizimkiler oradan gelmişler zaten. 1982
yılında, soyadı aldıktan tam yarım asır sonra gördüm Domaniç’i.
Görmeye gitmiştim Domaniç’i. Belediye Reisi Rasim Karakoç,
beni Domaniç'in Çarşamba Köyü'nde Hayme Ana’nın türbesine götürdü. Türbeyi
görünce inanın ki çarpılmışa döndüm. Bir bahçe içersinde yapılmış türbe, bir
tarafında okul, bir tarafında konukevi var. Türbe taştan olduğu için pek fazla
yıkılmamış. Konukevinin ve okulun çatıları içeri çökmüş, kapıları devrilmiş,
cam çerçeve kırılmış, bahçe duvarı yıkılmış. Bahçenin bir tarafında hayvanlar
oturuyor, bir tarafında köylüler oturmuş. Kimsenin haberi yok, bilgisi, ilgisi
yok. İlk dikkatimi çeken şey, bir camileri var, yine milyarlar sarf ederek
ikinci bir cami yaptırıyorlar. Tuttum bu harap olmuş ecdada ait binaların 16
poz resmini çektim ve bu resimleri birer yazıyla bu binaların restorasyonu için
ait oldukları yere, mercilere gönderdim. Bu konuda yıllarca çalıştım. Dosyası
vardır. Nihayet 10 sene sonunda restore edildi, pırıl pırıl oldu türbe.
Türbenin
restorasyonundan sonra ne gibi gelişmeler oldu?
Sonrasında Domaniç’e bağlı Domur köyün muhtarı geldi bana ve
“Bizim köyde 5 dekarlık arazi çamlık. Bütün çamlar kesildi, ama bir çam ağacı
var ki, kimse dokunamıyor. Hatta iki sene önce bir adam geldi, kollarından çıra
yapacakmış düştü öldü” dedi. Kalktım gittim o köye, muhtarı gördüm, ağaç bir
fırtına sonu devrilmiş yatıyordu. Ağacın yaşının tespiti için İstanbul
Üniversitesi Orman Fakültesi'ne müracaat ettim. Orman Fakültesi dekanı, botanik
kürsüsü direktörü Prof. Burhan Aytuğ diye birisini gönderdi. Oradan ağacın
gövdesini buldular, aldı gitti. Bir hafta sonra rapor geldi, ağaç 750 yaşında.
Yani Hayme Ana Osmangazi’yi sallamış dedik ya, işte o ağaçtı bu. Bunun üzerine
ağacın koruma altına alınması için yazı yazdım. Kültür Bakanlığı ağacı koruma
altına aldı. Size tavsiye ederim, gidin görün oraları. Ağacın kökünün olduğu
yere bir çam fidanı diktirildi, adı Cumhuriyet Fidanı koyuldu.
Söğüt şenlikleri
nasıl başladı?
Türbenin restorasyon ve ağacın tespit edilip koruma altına
alınmasından sonra Söğüt'e gittim. Kaymakam Kemal bey ve reis vardı Eser bey,
onlarla görüştüm. Büyüklerimden dinlediklerimi anlattım. Beraber karar aldık,
eylülün birinci pazar günü merasime Domaniç’ten başlayacağız ve Hayme Ana
türbesinin orada obalar kuracağız, çadırlar kuracağız, günün manasını ifade
eden konuşmalar yapılacak. İkinci pazar günü de Söğüt’te merasime devam
edilecek ve 1985 yılından beri de böyle devam ediyor. Plaketler de aldık.
Bunlar benim hayatımda büyük mutluluk kaynağı.
Uzun ömrünüzün,
sağlığınızın sırrı nedir?
Gençken belki bir iki
duble rakı içerdik. Ama sonra bıraktım. Sigara da hiç içmedim. Sonra bir şeyim
vardır, benim talebelikte bile, mesela yarın imtihana gireceğiz değil mi,
arkadaşlarım uyumazlar, çalışırlar falan. Ben zamanım doldu mu, yatar uyurdum.
Düzenli bir hayatım var. 98 yaşındayım. Her gün bir saat yürürüm. Kış aylarında
evimin içinde yürüyüş yaparım. Hayatta neyi istediysem hep başardım, hep
karşılığını da gördüm. Tanrı’ya teşekkür ediyorum.
(Bu röportajdan 2 yıl
sonra, 2010 yılında 100 yaşındayken hayatını kaybeden Dr. Avni Domaniç’i
rahmetle anıyoruz.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder