Prof. Dr. Mefail HIZLI
Uludağ, tarih boyunca dinî duygularda derinleşmek isteyen
din adamları ve dervişlerin, bilimsel anlamda yoğunlaşmayı arzu eden ilim
adamlarının, ilham bekleyen edebiyatçı ve sanatçıların vazgeçilmez duraklarından
biri olmuştur. Çok kısa sürede Marmara denizine ulaşılabilmesi ve jeo-stratejik
yönden dünyanın en önemli kentlerinden sayılan İstanbul’a olan yakın olması
sebebiyle Bursa ve Uludağ; cazibesini sürekli zirvede tutmayı başarmıştır. Dolayısıyla
bu özellikler, Uludağ’ı Anadolu’nun diğer dağlarından farklı şekilde üstün
konuma taşımıştır.
Bu yazıda, Uludağ’ı bilimsel çalışmalarında adeta bir üs
olarak kullanan ilim adamlarından bir kısmına yer vereceğiz. Bilindiği gibi,
bilimsel araştırmalarda sadece kaynak ve kitap ihtiyacından söz edilemez; en az
bunun kadar önemli bir husus da çalışmanın yapılacağı ortamdır. Yeşilliği,
ormanı, havası, suyu, sessizlik ve sakinliği ile dağlar, ilim adamlarının
sürekli özlediği çalışma alanlarıdır.
Joseph Von Hammer tarafından 1827-1832 yılları arasında
yazılan ve 10 cilt halinde önce Osmanlıca olarak dilimize “Devlet-i Osmaniyye
Tarihi” adıyla Mehmed Ata tarafından çevirisi yapılan eserde Uludağ ile ilgili
dikkat çeken şu satırlara rastlıyoruz:
“Uludağ, yeşil ağaçları altında ve mırıldanarak etrafı
dolaşan ırmakların kıyılarında saf ilhamlar aramaya gelen bilginler ve
şairlerin de buluşma yeri olmuştur… Şeyh Bestamî ve Molla Fenari inanç ve İslâm
hukuku konularındaki Türkçe kitaplarını orada tertiplemişlerdir.”
Yüzyıllar boyunca Uludağ’ın bu güzelliklerinden istifade
eden şüphesiz pek çok ilim adamı olmuştur. Bu yazı, Osmanlı döneminde iz
bırakan şu üçt ilim adamını kronolojik bir sırayla ele alıyor: Molla Fenarî,
Molla Arab ve Hoca Sadeddin Efendi.
Molla Fenarî
1350 yılında doğan Molla Fenarî’nin asıl adı, Şemseddin
Muhammed bin Hamza’dır. Molla Fenarî hakkındaki ortak kanı, onun
Maveraünnehir’den Anadolu’ya genç yaşta gelen bir Türk aileye mensup olduğu
yönündedir. 1431 yılında Bursa’da vefat eden bu Osmanlı âlimi, Yıldırım
Bayezid, (1389-1402) Çelebi Sultan Mehmed (1413-1421) ve II. Murad (1421-1451)
gibi padişahların devirlerinde varlığını hissettirmiştir.
Yaşadığı dönemin en büyük âlimi, aklî ve naklî ilimlerin
hemen her dalında başarılı eserler vermiş bir Türk bilgini olan Molla Fenarî,
kuruluş devrine ilmî, fikrî ve siyasî yönden damgasını vurmakla kalmamış,
yüzyıllarca Osmanlı medreselerinde okutulacak çok değerli eserler yazmış ve
fikirleriyle kültür tarihimizdeki yerini almış önemli bir şahsiyettir.
Molla Fenarî, Anadolu’daki eğitiminin ardında Mısır’a
gitmiş, burada devrin önemli isimlerinden tahsil görmüş, daha sonra ülkesine
gelerek ilmiye mesleği içerisinde hizmetine başlamıştır. Aldığı bu eğitim
sayesinde, Fahreddin Razî’den gelen icazetname geleneğini Osmanlı ilmiyesine
taşımış, İbnü’l-Arabî çizgisindeki vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiştir.
Tasavvufî bağlantıları ve ilmî birikimiyle Osmanlı’da mutasavvıf-âlim tipinin
önemli bir örneği olmuştur.
Molla Fenarî’nin özellikle Bursa’ya kazandırdığı eserlerle
kent kültüne son derecede büyük katkılar sağlamış, ayrıca Osmanlı toprakları
dışında bir medrese binasını satın alıp burada Osmanlı bilim geleneği
çizgisinde eğitim-öğretim verilmesine öncülük ettiği ortaya çıkmıştır. Bu, aynı
zamanda Molla Fenarî’nin ileri görüşlü, vizyon sahibi ve girişimci bir
kişiliğin bütün özelliklerini taşıdığını da göstermektedir.
Molla Fenarî, birinci defasında on, ikinci defasında on bir
yıl olmak üzere toplam yirmi bir yıl boyunca Bursa kadısı olarak hizmet verdi.
Elli yılı aşkın süreyle müderrislik ve bilimsel çalışmalar yaptı, çok sayıda
ünlü öğrencinin yetişmesinde ciddi katkıları oldu. Cömert bir tabiata sahip
olup asla savurgan değildi. Dinî ve ilmî konularda aşırı derecede titiz ve
dikkatli, ancak şaşırtacak şekilde sahip olduğu ilim ve saygınlığını bazen
davranışlarına olumsuz da yansıtabilen, debdebe ve ihtişama karşı zaafı fark
edilen bir kişiliği vardı.
Molla Fenarî, Manastır Medresesi müderrisliği süresince
Muhyiddin Kâfiyeci (öl. 1474), İbn Hacer el-Askalânî (öl. 1449), Molla Yegân
(öl. 1473) gibi kendi dönemlerinin en büyük ilim otoriteleri olacak âlimleri
yetiştirmiştir. Diğer ünlü öğrencileri arasında Matematik
ve diğer ilimlerdeki yeteneğiyle dikkat çeken “Kadızâde Rûmî” de vardır.
Fenarî, birtakım lisanî, fıkhî, kelâmî, felsefî ve tasavvufî
düşünce geleneklerinden beslenmektedir. Molla Fenarî’nin klâsik dil ilimleri ve
fıkıh merkezli düşüncesini, kısa süreli ders aldığı pek çok âlimin yanı sıra
Alâeddin Esved’den (1397), Cemaleddin Aksarâyî’den (öl. 1373) ve ünlü Hanefi
fakihi Ekmelüddin Bâbertî’den (öl. 1384) öğrendiğini ve eserlerini yazarken bu
düşünce içerisinde verilmiş olan pek çok kaynak kitaptan beslendiğini
söyleyebiliriz.
Molla Fenarî, vakfiyeye göre, Kudüs’e bir medrese ile Bursa’ya
üç cami ve bir medrese kazandırmıştır. Bugün
hâlâ adıyla anılan yerde bulunan Uludağ’ın eteğindeki Molla Fenarî Camii, 1430
yılından önceki bir tarihte yaptırılmıştır. Bursa’yı yüksekçe bir yerden görme
şansı veren caminin son tamiri Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu tarafından
1969 yılında gerçekleştirilmiştir. Mescidin mihrabı XVI. yüzyıl çinileriyle
süslüdür. Molla Fenarî Medresesi avlusuyla cami neredeyse iç içe olacak kadar
yakın konumdaydı.
On bin ciltlik bir kütüphaneye sahip olduğu söylenen Molla Fenarî’nin,
çoğu müsvedde halinde kalan yüze yakın eser yazdığı bilinmekle birlikte
ulaşılabilen eserlerin sayısı otuz civarındadır. Yazdığı eserler genellikle
tefsir, kelâm, tasavvuf, mantık, fıkıh metodolojisi, hadis, belagat ve diğer
ilimlerden oluşmaktaydı. Fenarî’nin Misbâhu’l-Üns ile Fusûlü’l-Bedâyi’,
Aynu’l-Âyân ve Şerh-i İsagoci dışındaki bütün eserleri yazma
halindedir.
Molla Fenarî, 15 Mart 1431’de 83 yaşında iken Bursa’da vefat
etti. Cenazesi, hayatını uzun süre devam ettirdiği evinin yanında kendi yaptırdığı
caminin haziresine defnedildi. Ölümünden sonra gömüldüğü yerin Uludağ’ın
yamaçlarında olması oldukça anlamlıdır. Bu, onun adı geçen dağa duyduğu büyük
sevginin bir yansıması kabul edilebilir.
Molla
Arab
Asıl adı Muhammed bin Ömer bin Hamza olan Molla Arab, Antakya’da
doğdu. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte ömrünü daha çok Mısır ve Anadolu’da geçirdiği
anlaşılmaktadır. Arapçayı son derece iyi bildiği ve Halep’ten Bursa’ya geldiği
için “Molla Arab” diye şöhret bulduğu söylenir.
Dedesinin aslen Mâverâünnehirli olduğu, Teftazânî’ye öğrencilik
yaptığı ve daha sonra Antakya’ya yerleştiği nakledilen Molla Arab’ın babasının
da bir ilim adamı olduğu, ilk bilgileri ondan aldığı ve yetişmesinde önemli bir
rolü olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Küçük yaştan itibaren iyi bir Kur’ân-ı Kerîm hafızı olan ve
bazı önemli eserleri ezberleyerek yeteneğini ortaya koyan Molla Arab, fıkıh ve
usulünü, kırâat ve Arapçayı her biri birer ilim adamı olan babası ve
amcalarından öğrendi.
Genç yaşlarda ilimde üstün bir dereceye yükselen ve bunu
ilerletmek için daha sonra Tebriz’e giden Molla Arab, burada birkaç yıl kaldıktan
sonra Antakya’ya döndü. Sonra da Halep ve Kudüs’te görüştüğü bazı âlimler
sayesinde bilgisini bir hayli artırdı.
Onun en önemli özelliklerinden biri de gittiği hemen her yerde
çok iyi öğrendiği Arapçayla vaaz ve nasihat etmesiydi. Bu arada hacca da giden
Molla Arab’ın insanlara gösterdiği ilgi ve onların dinî sorunlarını çözmede
gösterdiği gayret onun kısa sürede meşhur olmasını sağladı.
Daha sonraları gittiği Mısır’da İmam Suyûtî’nin derslerini
takip eden Molla Arab, hadis ilminde de yeteneğini ortaya koymuş oldu. Bu, onun
daha da ünlenmesine yol açtı. Mısır sultanlarından Kayıtbay da sohbetlerine
katılarak onu onore etti. Molla Arab’a duyduğu sevgi o kadar ağır bastı ki, vaiz
ve müftülük görevleri vermek suretiyle Mısır’dan ayrılmasının önüne geçti.
Bir süre sonra 1495 yılında Sultan Kayıtbay’ın ölümü üzerine
Mısır’dan ayrılarak doğrudan Bursa’ya geldi. Mısır’dan Bursa’ya geliş sebebi
bilinmemektedir. Ancak Bursalıların ona çok ilgi ve sevgi gösterdikleri
anlaşılıyor.
Daha sonra İstanbul’a giden Molla Arab’ın vaaz ve nasihat etmedeki
üstünlüğünü duyan İkinci Bayezid, bizzat derslerini dinlemeye geldi. Onun bu
iltifatlarına bir ithaf olmak üzere Peygamber Efendimizin (as) hayatını ve
güzel ahlâkını anlatan “Tehzîbü’ş-Şemâil” ve tasavvuf alanında “Hidâyetü’l-İbâd
ilâ Sebîli’r-Reşâd” adlı eserlerini yazıp takdim etti.
İkinci Bayezid’i ve oğlu Yavuz Sultan Selim’i yazdığı şiirlerle
Allah yolunda cihada teşvik etti. Bizzat Yavuz’un Çaldıran seferine katılıp
askerlere yönelik yaptığı konuşmalarla onları yüreklendirdi. Savaş sırasında
yaptığı dualara padişah da eşlik ederdi.
Çaldıran seferinden sonra tekrar Anadolu’ya dönen Molla
Arab, bir süre sonra Sarayköy ve Üsküp’te on yıl boyunca en çok yaptığı iş olan
vaaz ve nasihatte bulundu. Sadece hizmetini teoride bırakmayarak Sarayköy’de
bir cami ve bir mescid ile Üsküp’te bir mescid yaptırdı.
Kanunî Sultan Süleyman ile 1526 yılında Engürüs seferine
katıldıktan ve başarıyla dönüldükten sonra ölünceye kadar kalacağı Bursa’ya geldi.
Burada yazdığı kitapların yanı sıra geçimini sürdürmek amacıyla ticaretle de
meşgul oldu.
Çok kuvvetli olan hafızası sebebiyle altı hadis kitabındaki
hadis-i şerifleri ezbere bilirdi. Aynı zamanda bir Allah dostu olan Molla Arab,
dervişâne kişiliğiyle vaazlarına gelen her kesimden halkı bir hayli etkilerdi.
Onun, daha çok tefsir ve hadis ilimlerinde dönemin en yetkin kişilerinden biri
olduğu kabul edilirdi.
Molla Arab, hayatının son demlerinde Uludağ’ın eteklerinde
Çobanbey’in hemen üstünde büyük bir cami yaptırmaya başladı. 1532 yılında vefat
ettiğinde caminin inşası henüz tamamlanmamıştı. Daha sonra yapımı biten caminin
bulunduğu mahal, kendisine duyulan sevgi ve saygı sebebiyle Molla Arab’ın adını
aldı. Bugün hâlâ aynı adla anılan mahallede, camiye yakın bir yerde kabri de
bulunmaktadır. O da sonsuzluğa çıkan yolculuğunda Uludağ’ın yamaçlarını bir
istirahatgâh olarak tercih etmesi oldukça manidardır.
Hoca Sadeddin Efendi
1536 yılında İstanbul’da doğan Hoca Sadeddin
Efendi, Yavuz Sultan Selim’in nedimi
Hasan Can’ın oğludur. Çocukluğu ve ailesinin
bulunduğu Osmanlı merkez saray çevresi sayılan bir ortamda geçmiştir.
Hoca Sadeddin’in tahsilini yaptığı yıllar, Osmanlı
devletinin en ihtişamlı devri ve en dirayetli padişahların devletin başında
bulunduğu bir döneme denk gelmektedir. Bu yıllarda, Osmanlı devletinde ilmî
faaliyetlere büyük önem verildiği ve bilginlerin yetiştiği, ulemânın kıymetinin
bilindiği bir dönemdir.
Hoca Sadeddin Efendi’nin çocukluğu ve gençliği, Kanûnî
Sultan Süleyman’ın zaferler kazandığı, devlet imkânlarının en bol olduğu bir
devrede geçmiştir. Bu dönemde Hoca Sadeddin, tahsilini Osmanlı saltanat merkezi
olan İstanbul’da ve en önemli medreselerde seçkin bilginlerden dersler alarak
yapmıştır. Osmanlı devletinin bu parlak devri, onun ilmî kariyerine oldukça
tesir etmiştir.
Hoca Sadeddin, başarılı bir eğitimden sonra Osmanlı
sultanları katında itibar kazanmıştır. Kanunî Sultan Süleyman nezdinde itibar
gördüğü ve Ebusuud Efendi’nin talebesi ve mülâzimi (1555) olmak gibi imkânlara sahip
olduğu için Hoca Sadeddin, 20 yaşında iken (1556) 30 akçe maaşla İstanbul Murad
Paşa Medresesi, 1564 yılında 40’lı payesi ile Bursa Yıldırım Bayezid Medresesi,
bir yıl sonra 1565’de Haric, 1570’te Sultaniye Medresesi, 36 yaşında da (1572)
Sahn müderrisliğine yükseltilmiş ve bu görevi sırasında büyük bir üne kavuşmuştur.
Manisa’da vali bulunan Şehzade Murad’a hoca olarak görevlendirildi
(1573). Bir yıl sonra III. Murad tahta çıkmasıyla birlikte, Sadeddin Efendi, “Hâce-i
Sultânî” (Padişah Hocası) ve “Reîsü’l-Ulemâ” (Âlimlerin Öncüsü) gibi
unvanlarla anılır oldu.
Bostanzâde Mehmed Efendi’nin vefatıyla boşalan şeyhulislâmlık
makamına Hoca Sadeddin Efendi, Osmanlı Devleti’nin 22. şeyhulislâmı olarak
getirildi (1594-1599). Hoca Sadeddin Efendi’nin şeyhulislâmlık görevi, Ayasofya
Camii’inde III. Murad’ın ruhuna ithaf edilmek üzere tertiplenen Mevlid-i Şerif’in
icrası sırasında dua etmek üzereyken aniden vefat ettiği ana kadar devam
etmiştir (2 Ekim 1599). İstanbul’da vefat eden Sadeddin Efendi, Eyüpsultan’da Darulkurrâ
bahçesine gömülmüştür.
Sadeddin Efendi’nin edebî sanatları mükemmel derecede
kullanabildiği hususu, hemen her kesin ortak görüşü olmuştur. Çünkü iki ciltlik
Tâcü’t-Tevârîh kitabı başından sonuna kadar secîli, kâfiyeli, sanatlı
bir nesirle yazıldığı görülmektedir. Bu eseriyle özdeşleşen Hoca Sadedin Efendi,
diğer kabiliyet ve özelliklerinden ziyade, bilhassa tarihçi olarak şöhret
bulmuştur.
Hoca Sadeddin Efendi, tercüme faaliyetleri arasında, Farsça
ve Arapça yazılmış önemli bazı tarih, tasavvuf, edebiyat, menkıbe türü kitap ve
risâleler, sarf ve nahiv kitapları, lugat ve kamus tercümelerini yapmıştır. Hoca
Sadeddin Efendi, güçlü kalemi, Osmanlı tarihine vukufiyeti, Osmanlıca, Arapça
ve Farsça manzum ve nesir yazıyı yazmada yetkinliği herkesçe kabul edilmiştir.
Onun en önemli eseri olan “Tâcü’t-Tevârîh”in, önceki
Osmanlı tarihi kaynaklarından temel farkı, doğrudan Osmanlı dönemi ile ilgili
tarihî olayları anlatarak başlamış olmasıdır. Osmanlı tarihinin başlangıcından
XVI. yüzyılın sonlarına kadar anlatan bu eser, güvenilir bulunmuş ve çok okunan
bir eser olmuştur. Hoca Sadeddin Efendi’nin, Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’in
vefatına kadar Osmanlı sultanları zamanında vuku bulan hadiseleri, yetişen
âlimler ile büyük zatların hayatlarını anlattığı bu kaynak eserine “Hoca
Tarihi” de denir.
Hoca Sadedin Efendi bazı eserlerini, Bursa’da bulunduğu
yaklaşık on yıllık süre içinde (1564-1573) kaleme almış aldığı anlaşılıyor. Tâcü’t-Tevârîh’ini
şehrimizde bulunduğu yıllarda ve özellikle Uludağ’ın eteklerinde bulunan
Sultaniye Medresesi’ndeki görevi esnasında yazdığını tahmin etmek zor değildir.
Zira bu eserin, III. Murad’a, cülusu münasebetiyle takdim edildiği
bilindiğinden, tarihî açıdan Bursa’da yazıldığı sonucu rahatlıkla
çıkarılabilir.
Hayatlarında Uludağ’ın verdiği ilhamı ve huzuru doyasıya
yaşayan bilim adamlarının sadece bu üç isimle sınırlı kalmadığı şüphesizdir.
İlk iki isim, Bursa’da semt ve mahalle olarak anılan yerlerde birer cami ya da
mescid yaptırması sebebiyle şehir sakinlerince günümüze kadar zaten
bilinmekteydi. Hoca Sadeddin Efendi gibi bir ismi örnek vermemizin nedeni ise,
bir şekilde bu şehre yolu düşen (uzun bir süre burada kalan ya da görevlendirilen)
bilim adamlarının da Uludağ’ın bu nimetlerinden istifade ettiğini göstermektir.
Günümüzde de bilim adamlarının bir bölümü, kaldıkları yer
bakımından ya da yaz dönemlerini geçirdikleri mekân açısından Uludağ’ın yamaç
ve yaylalarını tercih etmeye devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder