13 Nisan 2012 Cuma

ULUDAĞ'IN ARKA YÜZÜNE YOLCULUK...


Sıcak geçen yazın ardından, eylül ayının o yüzümüzü okşayan nemli ılık rüzgarının keyfini çok da fazla çıkaramadan kendimizi uçuşan yapraklar ve yağmur taneleri arasında buluverdik. Paltolarının yakasını kaldırmış adamlar hızlı adımlarla sokaklarda koştururken, Bursa’nın meşhur lodosuna boyun eğmek istemeyen şemsiyeler bir öyle bir böyle dönüp duruyor köşe başlarında sahiplerinin elinde.

Yılın en kısa günleri, geceler uzun mu uzun. Belki köşedeki kahvehanede, belki eski Bursa çarşısında bir handa ya da sıcak evlerde dost sohbetleri, sıcak bir fincan kahve etrafında paylaşılacak hikayeler için en güzel günler. Birazda içimize kapandığımız belki de sadece etrafı gözlemlemek istediğimiz günlerden. Öyle ya hava karanlık, dünya gri, özlemişiz gökyüzünün mavisini, güneşin altın sarısını. Yazın güneşini ararken tenimiz, sıcak yaz meltemlerini özlerken yüzümüz elime yavaşça dokunan hışırtılı şeyde neyin nesi? Adımlarımı yavaşlatıp omzumun üzerinden geriye bakıyorum. Bir yaprak bu, kimbilir hangi ulu çınarın yaprağı? Bana bir sonbahar hediyesi olduğu kesin. Asfaltın üzerinde rüzgarın bir o yana bir bu yana üflemeye çalıştığı kuru yaprağı eğilip alıyorum elime, usulca çantama koymaya çalışıyorum kırmadan, ezmeden. Başımı kaldırıyorum, hava kararsız, bulutlar hızlı. Uludağ‘ın zirvesine doğru koşuyorlar. Mevsimin ilk karı yüce dağın eteklerine serpilmiş, şehre uzanmak istiyor. Peki ya siz? Caddelerde yürürken önünüzde uçuşup giden yapraklara gözünüz ilişti mi hiç? Bursa’nın o meşhur ve her geçen gün sayısı azalan çınar ağaçlarının döktüğü yapraklara? Her yer onlarla dolu olur bazen, öyle ki; halı gibi kapladığı olur sokakları... Üzerlerine basan ayakların çıkardığı hışırdama sesleri eşliğinde gidip gelirsiniz iş yerlerinize, evlerinize... Farkında mısınız acaba geçip giden mevsimin sonbahar olduğunun?

Hayat koşturmacası içinde hemen yanı başınızdaki Uludağ’a baktınız mı hiç? O görkemli dağın, değiştirdiği örtüsüne, kış hazırlığına hiç gözünüz takılmadı mı? Her gün yürüdüğünüz Atatürk caddesinde, Setbaşı’nda ya da Çekirge’de... Başınızı kaldırıp da şöyle bir baktınız mı şehri kucaklayan o dağa? Ve hiç merak ettiniz mi o dağın arkasında neler var, kimler yaşar?  Yaşadığım şehri, civarını ve kültürünü bilmeliyim, bu güzel sonbahar gününü evde geçirmemeliyim diye kendi kendime söylenirken, adımlarımı biraz daha sıklaştırdım. Şehrin büyük çoğunluğunun sıcak yataklarında yorganlarını üzerine bir kez daha sıkı sıkı çektiği bir pazar sabahı rüzgarın savurttuğu yapraklar eşliğinde dağ köylerine gitmek için buluşma noktasına doğru yürüyordum.
Dağ köyleri yolculuğuna gidecek şanslı bir grup insandan biri olarak hemen araçtaki yerimi aldım. Dumanı tüten bir bardak sabah çayını içeceğimiz ilk mola yerimize doğru giderken kış hazırlığındaki dağların içinde kıvrılıp giden Keles yolunda hem büyüleniyor hem de arkadaşlarımızla çekemediğimiz kareler için hayıflanıyorduk. Kasım ayının sonlarına yaklaşmamıza rağmen yeni doğan güneş tüm sıcaklığını veriyordu doğaya ve yeni güne.

Çaybaşı köyüne yaklaştığımızda Uludağ, Bursa şehrine hiçbir zaman göstermediği o görkemli arka yüzünü bizden sakınmıyordu artık... Karlı zirvenin muhteşem görüntüsü bu noktadan itibaren gün boyu bizimle olacaktı. Keles girişindeki “Türkistan’dan gelen ses Keles’ e Hoşgeldiniz” yazısı, bizi Orta Asya’dan göç etmiş Türkmen ve Yörüklerin diyarında selamlıyordu. Türkolog Bayzamis Hayif’e göre; Keles, Güney Kazakistan’da bir nehir, ayrıca da Taşkent vilayetinin kazasıdır... Kaynaklara göre; Kayı boyuna mensup Oğuz Türkleri, Orta Asya’dan göç ederek, bu bölgelere yerleşir. 12 ve 13. Yüzyıllarda yaşamlarını yeniden kurdukları bu bölgeye Keles adını verirler. Amaçları da; eski yerleşim yerlerinin hatırasını yaşatmaktır. Yöredeki bazı köy ve mevki isimlerinin Türkistan’dakilerle karşılaştırıldığında aynı veya benzer olduğu da görülebilir.
Gün erken, belli ki; Keles kasabası da yeni uyanıyor. Kasabanın üzerine çökmüş sis tabakasına evlerin bacalarından çıkan dumanlar ressamın tablosuna attığı fırça darbeleri gibi renk katıyor. Güneşin ilk ışıkları Keles’i,  kasaba meydanında içtiğimiz sabah çayları da içimizi ısıtıyor... Sonrasında, bizi bekleyen Gelemiç köyüne doğru yola çıkıyoruz. Köy, gerek kurulu olduğu yamaç, gerekse korunarak günümüze kadar ulaşabilmiş evleri ve samanlıkları ile her birimize fotoğraf için uygun bir ortam sunuyor. Hiç beklemediğimiz bir anda yolumuza çıkan bir teyze ile soluğu ekmeklerin pişirildiği fırında alıyoruz. Fırından yeni çıkan ekmekleri ikramda gecikmeyen köy sakinleri, bunu devamında da bizi köyde gerçekleşecek olan düğüne davet ediyorlar. Bir anda minibüsümüzün çevresini saran köylülerin, düğün yemeğine ve eğlenceye davet eden ısrarlarına teşekkürle yanıt veriyoruz; yolumuz uzun...
Enfes manzaralar ve vadiler arasında tepeleri tırmanmaya devam ediyoruz. Uludağ’ın arka yüzündeki yolculuğumuzda durak bu kez Sorkun köyü. Sorkun köyündeki rehberimiz; köyün ve Keles yöresinin meşhur tongurdaklı kaşıklarını yapan İbrahim amcanın oğlu Halit. Köydeki çocuklar bizleri, hiç yalnız bırakmıyorlar. Bu arada bizlere poz vermekten öyle keyif alıyorlar ki, o küçük yüzlerin fotoğraf karelerine nasıl yansıdığını merak edip yanımıza koşuyorlar ve soruyorlar “Nasıl çıktık? Nasıl oldu?” diye.  Hayrettin Bey’in evinde, Ayşe Hanım ve arkadaşları yöreye has dokuma ve dizgeleri yapmaya çalışıyorlar. Ayşe hanımdan kadınların bele taktığı boncuklu, püsküllü dizgenin dokunuş öyküsünü izliyoruz. Bir köşede yalnız başına duran “çufalık tezgah”, belli ki sessiz sakin geçecek kış günlerinde evin hanımının kendisine hayat vermesini bekliyor. Köyün büyüklerinden Ömrüye teyze geleneksel dokumaları ve bayan fesi yapımını yanına aldığı gençlere öğretiyor, Havva abla dokumalara hayat verdiği tezgahına sıkı sıkı sarılmış. Yöresel kıyafetlerin uyarlandığı bebekler de son günlerin modası olmuş. Yüzümde geleneksel sanatların az sayıda insan tarafından da olsa yaşatılmaya çalıştığını görmenin verdiği memnuniyetle taşlı yollarda yürümeye devam ediyorum.

Gün ilerledi, öğlen oldu ve bizler acıktık. Yönümüz, İbrahim amcanın evi... Hanife teyzenin hazırladığı köy yemeklerinin kokusu burnumuza kadar geliyor. Yer sofraları hazırlanmış, köy ekmeği bol... Sofralardaki neşe ve evdeki ortam bana Türkmenlerin şenliklerini hatırlatıyor. Osmanlı Beyliği döneminde, yazlık olarak kullanılan Keles Kocayayla’ya iniş ve çıkışlarda düzenlenen o şenlikleri... Bu gelenek günümüzde de devam ediyor. Keles’e 5 km mesafedeki Kocayayla’da her sene haziran ayının ikinci pazar günü şenlikler düzenleniyor. Ayrıca günümüzde özellikle haziran ayında, kiraz-çilek zamanı Uludağ’ın arka tarafında birçok köyün kendine has festivali var artık.

Yemek ziyafetinin üzerine birer bardak çay gider elbet... İbrahim amcanın yandaki evi keyif çaylarımız için uygun bir mekan. Ev; bölgedeki el sanatlarının yaşaması için bu işle uğraşanlara uzun zamandır destek olan R. Şinasi Çelikkol tarafından kaşık atölyesi ve gelin odası olarak düzenlenmiş 2 odadan oluşuyor. Gelin odasındaki sedirlerde oturup çaylarımızı yudumlarken, duvarlarda sergilenen dokumalar, işlemeler ve kıyafetlere dalıp gidiyoruz... Türkmen ve Yörük kültürü araştırmacısı ve bölgeyi çok iyi bilen grup liderimiz R. Şinasi Çelikkol bize köye dair hikayeler anlatırken, herkes Sorkun köyünün hayal aleminde bir rol üstleniyor ve sobada yanan odunun çıtırtıları eşliğinde şarkılar, türküler başlıyor söylenmeye.

Son durağımız, Kocakovacık köyü... Bizi köy meydanında karşılayan Rafet ağabey ile sokaklarda yürürken misafirhane ve çamaşırhaneleri geziyoruz. Fırın başında ekmeklerin çıkmasını bekleyen köy sakinleri, yün eğirmekte olan teyzeler burada da bizleri yüzlerindeki sevecen gülümsemelerle selamlıyor. Marangoz Şerafettin usta köyde özelliklerin evlerin ahşap oymalarını yapan kişi olarak meşhur, hanımı da köyde el dokumaları, göbekli şal, göbekli peşkir ve dizgeleri hala yapan kişilerden. Faden teyzeyi de unutmamak lazım.

Güneş yavaş yavaş alçalmaya hava serinlemeye başlıyor. Güneşin ışıklarını son dakikasına kadar kullanmak arzusundayız. Günü uğurlamak için köyün üzerindeki tepede kurulu okulun bahçesine çıkıyoruz. Bu tepeden köyün manzarasına da doyum olmuyor. Hava serinledi birden... evlerin bacalarından yer yer tütmeye başlamış dumanlar... Güneş bizi son kez selamlayarak karşı tepenin ardında kayboluyor, mavi gökyüzü yerini yavaş yavaş yıldızlara bırakıyor.

Şimdi, bizleri köyün terzisi ve ileri gelen büyüklerinden Süleyman Amca’nın evinde hiçbir yerde bulamayacağımız hikayeler eşliğinde bir akşam yemeği ziyafeti bekliyor...
Hava karardı, köyün sürüleri evlerine dönüyor. Tarlalarda çalışanlar köye döndü bile.

Doğa dostları, Karagöz Turizm organizasyonlarında bizi yalnız bırakmayan Bursa gönüllüleri ile Bursa’ya, eve doğru yola koyulma zamanı... Uludağ, yüce dağ, nasıl ki Bursa şehrini kucaklıyorsan bizi de kucakladın bugün... Biz de seni ve bugünü ölümsüzleştirdik karelerimizde. Yaprağa ne mi oldu? Çantamda gün boyunca hiç tahmin etmediği, Bursa lodosunun dahi ona yaşatamayacağı bir seyahate tanıklık etti ve evimdeki eski ahşap konsol -aynanın üstünde uzun kış günlerinin geçmesini bekliyor şimdi. 
Yazı ve Fotoğraflar: Uğur ÇELİKKOL

1 yorum:

  1. Memleketimi bir de sizin kaleminizden dinledim..okurken çok keyif aldım.. emeğinize sağlık..

    YanıtlaSil