8 Nisan 2012 Pazar

MERİÇ’İN BATI YAKASINDAN İZLENİMLER, YUNANİSTAN BATI TRAKYA GEZİ NOTLARI...

Türkan GENÇ
Edirne’nin ötesinde, Meriç’in batı yakasında, 600 yıl Osmanlı’nın idaresinde kalmış topraklar ata mirasımız. İnsanları, müziği, yemekleri, bitki örtüsü, iklimiyle tıpkı biz. Kurban Bayramı’nı, komşu ülke Yunanistan’da, Ata’mızın doğduğu topraklarda, mübadil göçmenleriyle birlikte, Batı Trakya Türkleri’nin arasında geçirdim. 
Çanakkale üzerinden İpsala sınır kapısından geçerek, Yunanistana giriş yaptık. İki ülke arasındaki sınırı oluşturan; Meriç nehri. Sınırı geçtikten sonraki bölge, Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerler olunca, otobüsle ilerlerken, köylerin birçoğunda beyaz minareler gördük.
Gezi ve ziyaret programı, Osmangazi Belediyesi’nin organizasyonuydu. Başkan Mustafa Dündar’ın davetlisi olarak katıldığımız, 2011 yılı 10 Kasım Atatürk’ü anma merkezli seyahatte, kuzey Yunanistan’ı baştan aşağıya dolaştık. Bize hem çok yakın, hem de çok uzak kültürlerdeki değişik şehirler ve insanlarla karşılaştık.

ATA’MIZIN ŞEHRİ SELANİK
Bu benim Yunanistan’a ilk gidişimdi. Heyecanlıydım ve heyecanım herkes gibi Selanik’te Atatürk’ün evini ziyaretimizde tavan yaptı.
Kurtuluş Savaşı’nın dahi komutanı, büyük devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu, merdivenlerinde, bahçesinde koşuşturduğu, ailesiyle birlikte bir süre yaşadığı evde bulunmak, insana apayrı duygular yaşatıyor.
Türkiye Başkonsolosluğu’nun koruması altındaki üç katlı müze evin her yerini dolaşıp, ondan izler aradık… Kıyafetleri, kullandığı eşyaları sergileniyor. Doğduğu oda, eski kadife koltuklar, çalışma masası, duvarlarda asılı okul karneleri, diplomaları ve diğer detaylarıyla burası herkesin görmesi gereken çok özel bir mekan. Burayı normal günlerde 100-200, özel günlerde ise 500-600 kişi ziyaret ediyormuş.
10 Kasım’da, ölümünün 73. yılında evin bahçesinde düzenlenen törenle sevgiyle anıldı Atatürk. Osmangazi Belediyesi, katıldığı 60 kişilik ekibiyle törende yerini alırken, Bakırköy Belediyesi, Işık Okulları ve Beşiktaş Koleji öğrencileri de her yıl olduğu gibi oradaydı.
Bahçeyi dolduran kadın erkek, yaşlı genç, herkes ellerinde Türk bayrakları ve yakalarında Atatürk rozetleriyle duyguluydu. Çevredeki binalarda oturan Yunan vatandaşlarından, balkonlara çıkıp töreni izleyenler de vardı.
Burada çok farklı hisler yaşadık. Tıpkı iki ay önce atanan Başkonsolos Tuğrul Biltekin’in, Selanik’e atandığını ilk söylediğinde, annesinin sevinçten duygulanıp ağlaması gibi…
Selanik, hem Osmanlı’da, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli bir merkez. Ülkemizin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün şehri. İzmir’e çok benziyor. Tek farkı, burada gecekondu, çarpık yapılaşma gibi bir durum söz konusu değil, hatta hiç yok. Kordon boyu aynı, meydanı hemen hemen aynı, caddeleri, binaları da. Kordona paralel sıralı şık kafeteryalar, balık restoranları ve mutfağındaki damak tadıyla adeta ikiz şehirler...
Selanik Havaalanının adı Makedonya. Neden derseniz, Yunanistan devleti Makedonya’yı tanımıyor ve hala oranın kendisine ait olduğu savunuyor. Bir nevi psikolojik baskı uyguluyor.
Selanik’in en büyük kilisesi olan, Slav Alfabesi’nin yazıldığı Aya Dimitri kilisesine girdik. Kalabalıktı. Mum yakanlar, papaz karşısında günah çıkaranlar, istavroz çıkaranlar denk geldi. Ekonomik krizle zor günler geçiren halk, son çare olarak kiliselere akın etmiş.
Ardından, Atatürk’ün arkadaşlarıyla buluşup yemek yediği Beyaz Kule meydanına gittik. Burası cıvıl cıvıl. İnsanın içini ısıtan bir sıcaklık, bir yakınlık var.
Yunanlıların Thessaloniki dediği Selanik’e bakınca, insan ister istemez hüzünleniyor, tıpkı onların Konstantinopolis hayali gibi, keşke bu güzel kent bizde kalsaymış.

KURABİYESİYLE ÜNLÜ KAVALA
Ege Denizi kenarındaki liman şehri Kavala, ilk görüşten itibaren büyüleyici bir güzelliğe sahip. Antalya, Ayvalık, Foça, Marmaris gibi modern turizm kentlerinin bir benzeri. Uzaktan bakıldığında bir yarım ada gibi. Müslüman Türklerin yaşadığı bütün şehirlerin adı değiştirildiği halde, Kavala’nın adı aynı kalmış. Bir de kalenin bulunduğu tepede, meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın heykeli var. Evi de var, ama gece olduğu için giremedik.
Osmanlı’dan kalma eserler, şehre damgasını vurmuş. Su kemerleri, kale, cami, hamam, imaret, parke taşlı cadde, ortama mistik bir albeni katmış. O nedenle korunmuş olsa gerek. Fakat camiyi kiliseye çevirmişler, buna üzüldük. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın resimleriyle süslenmiş imaret de restoran olarak hizmet veriyor. Yine de bütün bu bizden olan izlere rağmen, Türk nüfusunun çok az olduğu Kavala’da kendimizi tam anlamıyla yabancı hissettik.
Denizi ve sahili pırıl pırıl. İmrenen değil, imrendiren olmak için yola çıkan Kavalılar, yılın belli günlerinde tüm halk olarak hep birlikte temizlik yapıyormuş.
Yunanistan gezimiz boyunca ve Kavala’da deniz kenarında, hava açık güneşli olmasına karşın, keskin soğuk kendisini iyiden iyiye hep hissettirdi.
Kavala’nın doğa güzelliğinin yanı sıra bir başka güzelliği de, ünlü kurabiyesi. Ay şeklindeki tereyağlı, bademli un kurabiyesi hakikaten nefis. Yunanistan’ın neresine giderseniz gidin, hediye alabileceğiniz ve en çok satılan ürün de bu kurabiye.
Kavala’dan bir başka not daha aktarayım… Kente girişte bir tabela dikkat çekiyor. Kanı temsil eden kırmızı boya ile Kıbrıs haritasının üzerine yazılı “Unutmadık” sözü.
Gelelim Langaza’ya…
Langaza Gölü, bizim Apolyont Gölü’nün neredeyse ikizi gibi. Hatta adı da yine Apolyont olarak biliniyor. Buraya mübadele zamanında Gölyazı’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. Göl kenarında mola verdik. Sakin ve durgun bir hava vardı. Balıkçılar tuttukları balıkları temizliyordu. Göl kenarında dikkatimizi çeken makinelerin ne olduğunu sorduk. Buz kırma makineleriymiş. Balıkların tazeliğini korumak için sevkiyatta kullanılıyormuş.

DRAMA KÖPRÜSÜ DARDIR
Yunanistan’ın önemli şehirlerinden olan Serez’in içinden akşam karanlığında geçtik, o nedenle pek göremedim. Rehberimiz Hasan Işık, Serez’in esnaf çarşısının varlığından bahsetti. Ünlü mutasavvıf Şeyh Bedrettin buradaki bir çınar ağacına anadan üryan olarak asılmıştı. Nazım Hikmet bir şiirinde bu olaydan bahseder. Buradaki Osmanlı külliyesi bakımsız kalmış. Yol boyunca nar bahçelerinin süslediği Serez’i geçip, Drama’ya ulaştık. Osmanlı döneminde bölgenin ilk lise düzeyindeki okulu burada açılmış. Binası çok eskimiş de olsa duruyor. Türkülere konu olan, merak ettiğim Drama köprüsü de hakikaten darmış.
Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar, Drama Belediye Başkanı Kriakos Harakidis ile görüştü. Dostluk, barış ve kardeşlik buluşması olarak nitelendirilebilecek bu görüşmede, birlikte yapılabilecek AB projelerine yönelik fikir alışverişinde bulunuldu. Annesi Niğdeli olan başkan Harakidis, oldukça sıcakkanlı yaklaşımda. Ülkede ekonomik kriz de etkili olunca, güçlü Türkiye’den, Osmangazi Belediyesi’nden alacağı destek önemli. Bazı illerle ortak AB projelerine de başlamışlar bile. Aslında her iki başkanın da ifade ettiği gibi; Yunanistan’da çok Türk var, Türkiye’de de çok Dramalı, Gümülcineli, İskeçeli, Kavalalı var, karşılıklı işbirliği doğru bir karar.
Belediye ziyareti sona erip, Drama meydanında otobüsümüzü beklerken, iki kişi yanımıza gelip “Türkiye’den misiniz” diye sordu. Evet yanıtı verince, ikisinin de gözleri doldu ve hiç de fena olmayan Türkçeleriyle “Bizim de babalarımız Türkiye’den” dediler. Dimitri Firdikiyadis’inki Bursa Karaağaç köyünden, Spiro Lazerini’nin babası ise Kayseri’den gelmiş. Kendileri Drama’da doğmuş olsalar bile atalarının geldiği toprakların onlar için ne denli önemli olduğunu ilgilerinden anladık. Aynı zamanda resmi kıyafetli bir polis de yanımıza gelerek, dedesinin Bursa Görükle kökenli olduğunu söyledi Yunanca. Hepsiyle birlikte hatıra fotoğrafları çektirdik. Bizim Türkiye’den, Bursa’dan geldiğimizi öğrenen kökeni mübadele göçmeni olan Rumlar çok sıcak davrandılar.
Kavala’ya Karadeniz’den, Trabzon tarafından gelen çok olmuş. Yaşlı bir amca bundan bahsedince, Trabzon’daki ata topraklarını görmeye hiç gidip gitmediğini sordum, o da bana buna kalbinin dayanamayacağını söyledi. Konuşmaya tanık olan bir Rum kadın da, “Keşke buralara gelmeyip, Türkiye’de kalsaymışız” dedi. Hatta sonradan Yunanistan’a gidip yerleşen bazı Rumların da son dönemde Türkiye’ye, İstanbul’a geri dönmeye başladıklarını öğrendim.

VODİNA’DA TARİHİ KAVUŞMA
Makedonca “su kaynağı” anlamına gelen Edessa yani diğer adıyla Vodina şehrindeyiz… Yunanistan’ın Makedonya bölgesinde sırtını dağlara yaslamış, etrafında pınarlar çağlayan yeşil bir şehir. Karacaova şeftali ağaçlarıyla dolu. Buraya neden gittik? Gündoğdu köyünden bizimle birlikte Yunanistan’a gelen 20 kişilik bir grubun yarısı, 1924 yılındaki mübadelede Vodina’ya bağlı bir köyden göç etmişler. Köyün eski ismini Vodina’da bilen yok. Rehberimiz kime sorsa olumsuz yanıt alıyor. Hatta orası Makedonya’da kaldı diyenler bile olmuş. O kadar yaklaşmışken ve gezinin amaçlarından biri de mübadele göçmenlerini, atalarının geldiği topraklara götürmek olduğuna göre, geri dönüş yok. Otobüsteki köylüler heyecanlı, köyün bulunamamasına üzgün, yaklaştıklarına sevinçli. Parça parça bilgiler birleştirilerek, köyün ismine ulaşıldı. Bir dönem adı Kurumselo imiş. Bulgar hakimiyetindeyken Kurumselova olmuş. Şu anda da Kerasya. Yani Kiraz köyü. Gece karanlığında köyü aramaya koyulduk. Sonunda tabelası görününce alkış koptu. Büyük coşkuyla köye girdik, sanki köyü yeniden fethetmeye gidiyorduk. Köy meydanında otobüsten inip, oradaki kafeye yöneldik. İçeride oturan ve içkilerini yudumlayıp televizyon izlemekte olan Yunanlılar, bir anda onlarca kişiyle karşılaşınca neye uğradıklarını şaşırdılar. Rehberimiz gerekli açıklamayı yaptı. Bir süre karşılıklı sohbetler edildi. Tam 87 yıl önceki kopuştan sonra, köylüler Gündoğdu’da dedelerinden, ninelerinden dinledikleri hikayeleri, anlatılanları gözlerinde canlandırmaya çalıştılar. Gruptan 77 yaşındaki 4 çocuk 11 torun sahibi Ramazan Turhan’ın babası 35 yaşındayken, köydeki 34 hane ile birlikte mübadele ile Gündoğdu köyüne yerleştirilmiş. Ramazan amca, babasının anlattığı göç hikayesiyle büyümüş. Bu toprakları kendini bildi bileli merak etmiş. Babasının hep bir gün tekrar döneceğini hayal ettiğini, ancak ömrünün yetmediğini söyledi. Babasının anlattığı evi, tarlaları bulamamanın hüznünü yaşadı. Babasının anlattıklarından bulabildiği tek şey çeşme oldu. Çeşmeden su içti, ayrıca da akrabalarına götürmek için ve babasının kabrine dökmek için su doldurdu. Duygu yoğunluğu yaşayan, gözleri dolan Gündoğdulular, böyle bir imkanı kendilerine sunan Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar’a teşekkür ettiler.
Köyde o yıllardan kalan tek şey; meydanındaki çınar ağacı, tarihi çeşme ve harabe vaziyetteki küçük bir Tük evi. Çınarın önünde fotoğraflar çektirildi. Köyden mutlu mesut ayrılındı. Çok fazla iz kalmamış olsa da, ataların topraklarında yaşanan bu tablo, gezinin en mutlu anlarından biriydi.

BATI TRAKYA BÖLGESİ
Dedeağaç-İskeçe-Gümülcine; yani Batı Trakya bölgesi. Türk varlığının en fazla olduğu yer.
İlk durağımız olan İskeçe’de, meşhur “Oldtown” denen semti dolaştık. Yolumuz üzerinde, ekonomik krizi protesto eden bir grup vardı. Gazeteci olunca, haber bizi çekmiş olacak ki onların arasına bile karıştık. Yol yorgunluğunu atmak için kahve molası verdiğimiz yer, saat kuleli meydandı. Her yerde en fazla içilen içecek, Frape adını verdikleri, büyük bardakta pipetle içilen köpüklü soğuk kahve. Tadına baktık. Esnafla sohbet ve iyi bayramlar dileklerinin ardından, tekrar yola koyulduk.
Rumların Komotini dedikleri Gümülcine’de, Osmanlı’dan kalma çarşıyı gezdik. Dar sokakları, küçük esnaf dükkanları, kahvehaneleriyle Anadolu’da bir şehir gibi. Cuma olması nedeniyle çarşı içerisindeki eski cami Cuma namazı için doldu. Esnafın camiden çıkışını bekledik. Meşhur Kavala kurabiyesi ve Türk kahvesi aldıktan sonra, Gümülcine Türk Gençler Birliği lokaline gittik.
Dernek binasının dışında tabela yok. Çünkü Türk kelimesi Yunan hükümetince yasaklanmış. Hatırlarsınız, Batı Trakya Türklerinin lideri Dr. Sadık Ahmet de Türk diye hitap ettiği için tutuklanmıştı. İnsan ve azınlık hakları için mücadele eden Ahmet, bu uğurda canından oldu. Şimdi onun izinden gidenler, davasını devam ettirenler var. Yunan devleti için Türkler, Müslüman azınlık olarak görülüyor. Bu nedenle birçok konuda sıkıntı yaşıyorlar. Bu sıkıntıların aşılması öyle kolay olmuyor. Aslen Gümülcineli olan Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar da, Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği başkanlığından bu yana bu davaya hizmet ediyor. Eğitim için Türkiye’ye gelmiş, milletvekilliği ve belediye başkanlığına yükselmiş başarılı bir isim olarak, Türk Gençler Birliği’nde etrafına toplanan kalabalık, kendisine hürmet, saygı ve sevgi gösterdi. Şu anda da elinden geleni, imkanları dahilinde yapmaya çalışıp çabalıyor. Orada yaşayan soydaşlarımız için bugünler yine zor günler. Çünkü Yunanistan’daki ekonomik ve siyasi kriz, en fazla azınlıkları etkiliyor. İşsizlik artmış, daha da artacağı belirtiliyor. Yeni kurulan hükümetin politikaları da meçhul. O nedenle Batı Trakya Türklerine yardım elimizi uzatmak şart.
Bursalı olan Gümülcine Başkonsolosu Mustafa Sarnıç, Türkiyeli işadamlarını orada sanayi yatırımları yapmaya davet ediyor. Ayrıca eğitim ve sağlık yatırımlarına da ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bunlar yapılamayacak şeyler değil.
Bugün Batı Trakya’da azınlık olarak hayatını sürdüren 150 bin dolayında Müslüman Türk var. Lokalde sohbet ettiğim bazı kişilerden durumun özeti babında anladığım şu ki; iki ülke arasındaki küçük bir tatsızlık, huzurlarını kaçırmaya yeter de artar bile.
Batı Trakya Türkleri, eskiden bu yana maruz kaldıkları azınlık muamelesi nedeniyle son derece bilinçli. Gelenek, göreneklerine, dinine bağlı. Birbirlerine tutkun, saygılı. Bunları korumak için büyük özen gösteriyorlar. 
Türkiye’yi çok seviyor, çok güveniyorlar. Çünkü Osmanlı’nın torunları için Müslüman ve Türk kimlikleri ayrılmaz iki değer ve bu değerler de Türkiye’de hayat buluyor.
Bizim için çok normal ve sıradan hayatın bir parçası olan şeyler; örneğin Türk kanallarını izlemek, Türk takımlarını tutmak, Türkiye gündemini takip etmek, gazetelerini okumak, Batı Trakya insanı için çok özel bir öneme sahip. Onun için Türkiye’den gidenleri de büyük sevgiyle karşılıyorlar. Dolayısıyla sınırın öbür yakasında kalsalar da aldığımız nefes aynı.
Yoğun bir programla, çok yer görmek için oradan oraya koşturduktan sonra evimize döndük. Tatlı bir yorgunluk var üzerimizde. Güzel bir gezi ve yararlı bir gezi yazısı oldu diye düşünüyorum.

YUNANİSTAN NOTLARI
Komşu ülkede sabah erken saatlerde başlayan mesai, en geç 15.00 civarında sona eriyormuş. Ziyaret programlarımızı çok önemsediğimiz için, kent gezilerine genelde geç başladık, açık yer de pek göremedik. Bazı yerlerde denk geldi, dükkanlar, mağazalar açıktı. Ancak fiyatlar çok pahalı, AB ülkesi Yunanistan’da her şey euroya endeksli, euro kullanılıyor.
Eskiden, öğleden sonra işini bitiren Yunanlılar, akşam olunca tavernaları doldururmuş. Şimdi yanından geçerken özellikle merak edip baktığımız tavernalarda tek tük insan görebildik. Eskisi gibi eğlence hareketliliği yok. Herkes ya evinde, ya sahil turunda ya da kafelerde. Taverna olayı sekteye uğramış. Ekonomik krizle boğuşan ülkede işsizlik had safhada. Parası olan dahi, gelecek endişesi nedeniyle harcamıyormuş. Yani onlar için vur patlasın çal oynasın devri bitmiş. Hesabı, bulaşıkları yıkayarak ödeme şansları da olmadığından, şimdilik bu keyiflerinden zoraki olarak feragat etmiş durumdalar.
AB üyesi olmak Yunanistan’a pahalıya patladı deniliyor. Ne tam AB’ye uyum sağlayabilmişler, ne de tam manasıyla kendilerine dönebiliyorlar. Arada sıkışıp kalmışlar.
Az çalışarak, har vurup harman savurmanın bedelini ödüyorlar şu anda. Tabi ki bu, devlet politikası olarak uygulanan sistemlerin sonucu. Avrupa, Yunanistan’ı kaderine terk etmez, yine kurtarır yorumları ağırlık kazanıyor. Şu anda yeni hükümet kurulmuş durumda. Ama henüz programı tam olarak bilinmiyor.
Otelde gece televizyon kanallarını karıştırdığımızda, neredeyse hepsi ekonomik ve siyasi krizi konuşuyor, tartışıyordu. İki kez Türk dizilerine rastladık. Bu da bizim için ayrı bir başarı.
Yunanistan’da en gelişmiş ve teşvik edilen sektörler; balıkçılık, denizcilik, tarım ve hayvancılık. Üzüm, zeytin zeytinyağı, peynir ve yoğurdu mükemmel. Yol boyunca ilerlerken, devasa küçük ve büyükbaş çiftlikleri gördük. Geniş ovalarda üzüm ve tütün yaygın. Kentler ve köyler genelde dağ eteklerine kurulu. Ovada hemen hiç yapılaşma yok, tarım için özel olarak boş bırakılarak korunmuş. Bizim ise güzelim bereketli, verimli ovalarımız, kaçak yapı cennetine dönmüş durumda. Yunanistan kadar koruyamamışız diye hayıflandım. 
Bu arada bizim rehber anlattı… AB’den hibe kredileri alan Yunanlılar, bunun farklı yönlerine de kaçmışlar. Şöyle ki; aynı inekler çiftlik çiftlik dolaştırılarak, farklı kişiler için krediler alınmış. Her bir inek için yıllık 2 bin euro, küçükbaş içinde yıllık 700 euro destek veriliyormuş az değil. Yine, plastikten yapılmış zeytin ağaçları boş arazilere dikilerek, AB yetkililerine havadan gösterilip kredi temin edilmiş. Böyle yollara da sapan Yunan halkı aslında kendi sonunu hazırlamış bir bakıma. 





















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder