15 Nisan 2012 Pazar

HOLOFİRA'DAN MARİA DESPİNA'YA, OSMANLI'NIN "KURULUŞ DEVRİ"NİN HANIM SULTANLARI


Derleyen ve Yazan: Türkan GENÇ
Osmanlı Devleti'nin ilk yıllarına ait kaynaklar yetersizdir. Konular, tarihler ve isimler yazarına göre değişiklik göstermektedir. Bunun başka nedenleri olmakla birlikte, asıl nedenin "Kuruluş Devri"ne ait olayların en erken 100-150 yıl sonra yazıya geçirilmiş olmasıdır.
            Hanım sultanların ve şehzadelerin doğum, ölüm tarihleri ile adları ve kimlikleri konusunda çelişkili bilgiler vardır. Bu durum zaman zaman bizi de güç durumda bırakmıştır! Neyi, nasıl yazacağımızı şaşırdık! Adeta samanlıkta iğne arıyor gibiydik.
            Eski dönem Osmanlı tarihçilerinin yazdıkları ile "Padişah Anaları" adlı eserin yazarı Ali Kemal Meram arasındaki çelişkiler daha da belirgindir. Resmi Osmanlı tarihçilerinin bazı bilgileri gizledikleri veya değiştirdikleri öteden beri bilinen bir gerçektir. Bu kitapta değişik tezleri yan yana koyarak, gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştık.
            "Kuruluş Devri"nde ülkeyi uğraştıran en önemli sorunlar arasında; sık sık başkaldıran Anadolu beylikleri, şehzadelerin taht kavgaları, Bizans entrikaları ve Haçlılarla savaşları sayabiliriz.
            Savaşlar, padişahların asıl işleri olmuştur. Başka işlere pek zamanları kalmamıştır. Hiç durmadan Anadolu ve Rumeli'nde seferlere çıkılmıştır. Yeni fetihlerde bulunulmuştur. Bu nedenle hayır hasenat işleriyle daha çok hanım sultanlar uğraşırdı. Anadolu ve Rumeli'ndeki savaşlar sırasında pek çok kız ve kadın ganimet olarak tutsak alınmıştır. Bunların içinden, güzel ve zeki olanlar saraya alınmış, bazıları padişah hanımı olmuşlardır. Devşirme kızlardan da padişah hanımı olanlar vardır. Osmanlı'ya komşu beyler, krallar ve prensler de kızlarını ve kız kardeşlerini Osmanlı padişahlarına verip, akrabalık kurarak, ülkelerini ve kendilerini korumaya çalışmışlardır. Bu şekilde saraya alınan veya padişah hanımı olanlara birer Türk / Müslüman adı verilirdi.
            Yukarıda açıklanan nedenlerle padişahlar, pek çok hanımla evlenmek zorunda kalmışlardır. O kadar çok evlilik olunca da bunların adları ve sayıları konusunda çelişkili bilgiler ortaya çıkmıştır.
            Fatih'le evlenmiş olan 17 kadından söz edilir. Ama bunlardan kaçının adı belli?
            II. Bayezit'in eşlerinden Şirin ve Gülruh hatunlar ile Fatih Sultan Mehmet'in eşlerinden olan Gülşah ve Mükrime hatunların türbeleri Muradiye Külliyesi içindedir.
            Yine Fatih'in ebesi Gülbahar Hatun'un türbesi de buradadır.
            Osmanlı tarihinde kadınlar hep olumsuz yönleriyle ele alınmış, Osmanlı'yı batıran faktörlerden biri olarak gösterilmiştir. Oysa bu hiç de böyle değildir. Birçoğu iyiliksever ve hayırsever kadınlardır. Ülkesinin kalkınması ve bütünlüğü için canla başla çalışmışlardır. Sadece 1566 ile 1656 yılları arasında sınırlı bir kadınlar saltanatından söz edilebilir. Osmanlı saraylarındaki kadınlar saltanatı, her dönem için söz konusu olamaz.
            Kuruluş döneminin hanım sultanları içinde; Nilüfer Hatun, I. Murat'ın eşi Gülçiçek, Yıldırım'ın eşi Hafsa Hatun gibi birçok eserler yaptırmış iyiliksever ve hayırsever olanlar da vardır.
            Daha sonraki yıllarda Fatih'in hanımlarından Sitti Hatun, II. Bayezit'in eşi Bülbül Hatun, Yavuz Sultan Selim'in eşi Hafsa Sultan, Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan da iyiliksever ve hayırsever sultanlar olarak ün salmışlar ve cami, imaret, darüşşifa gibi birçok eserler yaptırmışlardır.
            Burada önce "Kuruluş Devri" padişah eşlerinin adlarını ve milliyetlerini sunacağız. Sonra da sadece padişah annelerinin yaşamlarından kısa kesitler anlatacağız...
            Padişahların, değişik milliyetlerden gayr-i Müslim kadınlarla evlenmelerinin, yadırganacak bir durum yaratmaması gerekir. Bunlar, saraya alındıktan ya da padişah hanımı olduktan sonra Türk / Müslüman adı verilmekte ve eğitimden geçirilmekte idi. Günümüzde de bazı devlet adamlarının yabancı kadınlarla evlendiklerini görüyoruz, biliyoruz. Arada pek bir fark yok. Birçok ulusa ve birçok dine / mezhebe mensup insanları bir arada yaşatan Osmanlı'nın; bu engin hoşgörüsünün altında, padişahlarla evlenmiş olan yabancı kadınların da bir rolünün olduğu düşünülmelidir!. Türkiye'nin; çevresindeki Müslüman ülkelere göre, daha hoşgörülü ve demokrat olmasının kökeninde belki de bu durum yatıyor.
            Başka milletlerden Hıristiyan kadınlarla evlenen kişilerin ve Hıristiyan ülkelerden anavatana göç etmiş olan soydaşlarımızın da hoşgörülü ve demokrat oldukları bilinen bir gerçektir. Hanım sultanların hiç mi yararı olmamıştır bu ülkeye?

HOLOFİRA'DAN MARİA DESPİNA'YA
"KURULUŞ DEVRİ"NİN HANIM SULTANLARI

OSMAN GAZİ'NİN HANIMLARI:
            Balâ Hatun: Şeyh Edebali'nin kızı, Şehzade Alâaddin'in annesi.
            Mal Hatun: Türkmen Ömer Bey'in kızı. Orhan Gazi'nin annesi.
            Kimi kaynaklarda her ikisinin de Şeyh Edebali'nin kızları, kimi kaynaklarda ise ikisinin aynı kadın olduğu yazılıdır.

ORHAN GAZİ'NİN HANIMLARI:
            Nilüfer (Holofira): Yarhisar Tekfuru'nun kızı. Orhan'la evlendiğinde 17 yaşındaydı. Şehzade Süleyman ve Murat'ın (I) anneleri. İyiliksever ve hayırsever olarak tanınır. Padişah annesidir. Mezarı Orhan Gazi türbesi içindedir.
            Asporçe: Bizans İmparatoru III. Andronikos Paleologos'un kızı. 15 yaşında iken Orhan'la evlenmiştir. İbrahim ve Fatma adlarında çocukları olmuştur. Kabri Osman Gazi türbesinin içindedir.
            Teodora: Bizans İmparatoru VI. Yoannis Paleologos Kantakuzinos'un kızı. Annesinin adı İren'dir. Orhan Gazi ile evlendiğinde 18 yaşındaydı. Orhan Gazi ise 60'ını aşmıştı. Düğünü Silivri'de yapılmıştır. Sonra Bursa'ya götürülmüştür. Halil adında bir oğlu olmuştur. Hıristiyan olarak öldüğü iddia edilir.
            Eftandise: Bazı kaynaklarda Mahmut Alp'in kızı olduğu, bazılarında ise Bizanslı bir Rum kızı olduğu belirtilir. Hakkında fazla bilgi yoktur.

I. MURAT'IN HANIMLARI:
            Gülçiçek (Marya): Bulgar Kralı İvan Aleksandr'ın Yahudi karısından olan kızı. Rum asıllı olduğunu ileri sürenler de vardır. 16 yaşında iken Murat'la evlenmiştir. Adı sonradan Gülçiçek olarak değiştirilmiştir. Yıldırım Bayezit'in annesidir. Türbesi, diğer oğlunun adıyla anılan, Yahşi Bey Mahallesi'nde, onun kabrinin yanındadır.
            Maria: Bulgar kralı İvan Şişman'ın kız kardeşidir.
            Tamara: Bulgar kralı Sasmanos'un (Şişman İvan), Despot Konstantin Dragaç'tan dul kalan kızı. 4 çocuk doğurmuştur. Bunlardan 1'i kızdır.

YILDIRIM BAYEZİT'İN HANIMLARI:
            Devlet Hatun: Germiyan Beyi Süleyman Şah'ın kızıdır. Çelebi Mehmet'in annesidir. Türbesi Meydancık Mahallesi'ndedir. İlk valide sultan olarak kabul edilir.
            Olga: Köstendil Bulgar prensi Konstantin'in kızı. Musa, Mustafa ve Kasım adlarında oğulları olmuştur. Çelebi Mehmet'in annesi olduğu iddialar arasındadır.
            Olivera: Sırp kralı Lazar'ın kızı. (Kosova Savaşı'nda öldürülen kral). Kardeşleri Vuk ve Stefan'ın istekleri ile Yıldırım'la evlenmiştir. Ankara Savaşı'nda eşi ile birlikte Timur'a tutsak düşmüş ve hakarete uğramıştır. Yıldırım'ın en çok sevdiği eşi olarak bilinir. Yanından hiç ayırmazdı.
            Maria: Solona kontu Louse Fadrigue'nin kızı. Yıldırım'ın ilk eşi olduğunu yazan kaynaklar da vardır.
            Angelina: Bizans İmparatoru S. John Paleologos'un kızı. Yıldırım'ın ikinci eşi olduğu sanılıyor.
            Mari: John adındaki bir Macar'ın kızı.
            Anita: Konstantin'in kızı.
            Hafsa: Aydın Beyi İsa'nın kızı.

ÇELEBİ MEHMET'İN HANIMLARI:
            Şeh-zade Kumru Hatun: Amasyalı bir paşanın torunu. Hakkında fazla bilgi yoktur.
            Emine Hatun: Dulkadiroğlu Mehmet Bey'in kızı. II. Murat'ın annesi olduğu kabul edilir.
            Veronika: Hıristiyan bir cariye. Ahmet ve Yusuf adlı şehzadeler ile II. Murat'ın annesi olduğu ileri sürülür.
            Sofia: Hıristiyan cariye. Şehzade Kasım'ın annesi.
            Anna: Bunun da Hıristiyan bir cariye olduğu sanılıyor. Mahmut adında bir oğlu ile Hatice, Sultan, Ayşe, Selçuk, Hafsa ve Fatma adlarında kızları olduğu tarihi kayıtlara geçmiştir.

II. MURAT'IN HANIMLARI:
            Alime Hatun: Dulkadiroğullarından bir kız
            Hundi (Yeni) Hatun: Amasyalı Mahmut Bey'in kızı.
            Hüma Hatun: Abdullah isimli bir şahsın kızı. Fatih'in annesi olduğu kabul edilir. Türbesi Muradiye Külliyesi içindedir.
            Tacünnisa Hatice Halime Hatun: Candaroğlu İsfendiyar Bey'in kızı.
            Nache de la Bazory: Bir Fransız tutsak kız. (Cariye)
            Mar(i)a Despina: Sırp kralı Bronkoviç'in kızı. Murat'la evlendirildiğinde 14 yaşındaydı. Adının, sonradan Hüma Hatun olarak değiştirildiği sanılıyor! Fatih'in annesinin bu kadın olduğu iddia edilir. Yıldırım'ın eşi Olivera ile akrabadır. II. Murat bu kadını yanından hiç ayırmazdı. Ava giderken bile yanında götürürdü. Çocuksuz ve Ortodoks olarak öldüğü de iddialar arasındadır.
            Stella: Bir İtalyan kızı. (Cariye) Zenci sevgilisiyle saraydan kaçarken yakalanmış ve öldürülmüştür. Zenci sevgilisi ise çengele asılarak idam edilmiştir.

            II. BAYEZİT'İN eşlerinden Şirin ve Gülruh hatunların türbeleri ile FATİH SULTAN MEHMET'İN eşleri Gülşah ve Mükrime hatunların türbeleri de Muradiye Külliyesi içindedir. Yine Fatih'in ebesi Gülbahar Hatun'un türbesi de buradadır.


MAL (HATUN) SULTAN
(İki kız kardeş, bir padişah)
            Ertuğrul Gazi'nin beyliği sırasında Sultanönü'ne (Eskişehir) bağlı İtburnu Köyü'nde yaşayan ve çevresinde sevilen, sayılan, hürmet edilen, dürüst bir insan olan Şeyh Edebali adında bir zat yaşıyordu. Sultanönü sancağının bilgili, alim insanlarından biriydi. Çevrede bir çeşit İslam misyonerliği yapıyordu. Aynı zamanda yerel "Ahi " lik örgütünün de başkanıydı.             Kendisinin Moğol asıllı olduğunu ileri süren tarih yazarları vardır. Kökeni hakkında tam ve kesin bir bilgi yoktur.
            Şeyh Edebali'nin gerçek adı Edepli Ali'dir. Sonradan adının başına İslam'ı çağrıştıran şeyh sözcüğü eklenerek, Şeyh Edebali olarak anılmaya başlanmıştır.
            Şeyh Edebali alim, bilgili bir adam olduğu için, kendisini ziyarete pek çok gelen giden olurdu. Her konuda kendisine akıl danışılırdı.
            Edebali'nin bir de dillere destan, güzel mi güzel, şirin mi şirin, Balâ adında bir kızı vardı. Çevrede yaşayan ağalar, beyler bu kızı kendilerine eş olarak almak için birbirleriyle yarış halindeydiler. Kızın güzelliği, Ertuğrul oğlu Osman'ın kulağına kadar gider. Osman o sıralarda bıyıkları yeni terleyen, yeni yetme bir delikanlıydı. Güzelliğini duyduğu bu kıza talip olur. Ancak şeyhin gözü tutmaz Osman'ı. O, kızını gerçek bir beye vermek istemektedir. Bu nedenle isteği geri çevirir. Gel zaman git zaman.. Osman biraz daha büyüyüp gelişir. Kahramanlıkları da dört bir yana yayılır..
            İlk bölümde anlattığımız gibi, Osman bir gün Şeyh Edebali'nin evine konuk olur. Sohbet ederler. Yiyip içerler. Gece yatma vakti gelince Şeyh Edebali, kendisine odasını gösterir. Bu sırada yatağın yanında bulunan bir kitabı yüksekçe bir yere kaldırır. Osman bunun ne olduğunu sorar. Şeyh de : "Bu Kur'an" der.
            Osman, okuma-yazma bilmemesine karşın o gece huşu içinde durmadan Kur'an okur. Sabaha karşı kendinden geçerek uyuyakalır.
            Rüyasında; Şeyh'in göğsünden bir ay çıkıp, kendi bedenine girdiğini, sonra da göbeğinden ulu bir ağacın yeşerip çıktığını, ağacının gölgesinin dağları, ovaları ve denizleri kapladığını, insanların bu ağacın gölgesinden yararlanıp, mutlu olduklarını.. İstanbul kentinin bir yüzük olarak önüne geldiğini Şeyh'e anlatır. Bunun üzerine Şeyh:
            "Müjdeler olsun ey Osman! Tanrı sana ve senin evladına saltanat verdi. Ülkeni, ulusunu ve dinini yücelteceksin. İstanbul kenti senin ülkene katılacak.  Bütün dünya oğlunun himayesine girecek. Gazalarını hak dini bulunmayan topraklar üzerine yapacaksın. Kafirlere aman vermeyeceksin" der.
            Şeyh Edebali, Tanrı tarafından Osman'a verilen mesajı almıştır. O zamanlar henüz daha Müslümanlığı tam olarak bilmeyen Osman'a Müslümanlığı öğretir. Ona bir Müslüman adı koyar. (Osman) Kızı Balâ Hatun'u da ona eş olarak verir.
            Osman'ın Balâ Hatun'dan Alâaddin adında bir oğlu olur. Bilecik kalesi fethedilince Osman burayı kayınpederi Şeyh Edebali'ye ve oğlu Alâaddin'e yurtluk olarak verir. Dede-torun uzun süre burada yaşadılar.
            Araştırmacı-yazar Ali Kemal Meram'a göre; Şeyh Edebali, terbiyeli oluşundan ve efendiliğinden dolayı çevresinde Edepli Ali olarak tanınan Moğol asıllı biridir. Balâ ve Mal adında iki kızı vardır. Sonra isimlerdeki "a"lar üzerine ^ (inceltme) işareti konularak isimlerin daha ince okunması sağlanmıştır. Şeyh bu kızlarının ikisini de Osman'a verir. Balâ'dan Alâaddin, Mal Hatun'dan da Orhan (Gazi) adlı oğulları olur. Mal Hatun ve Şeyh Edebali'nin türbeleri Bilecik'tedir.
            Aynı yazar; Bizans tarihlerini kaynak göstererek, Osmanlı devletinin kurucusu sayılan Osman Gazi'nin Perslerin soyundan geldiğini ileri sürmektedir.


NİLÜFER HATUN (HOLOFİRA / HOLOPHİRA)
            Kesin doğum tarihi bilinmiyor. Ancak XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olduğu, tarihi olayların incelenmesinden anlaşılmaktadır. I. Murat'ın annesi Nilüfer Hatun adına yaptırdığı, İznik'teki imaretin yapılış tarihi 1388'dir. Bu nedenle bu tarihten önce ölmüş olabileceğini söylemek mümkündür.
            Neşri Tarihi'nde; adı Nilüfer, Lulufer ve Ulufer olarak değişik şekillerde ifade edilmiştir. Bu ifade şekillerinin 3'ünün de kullanılıp kullanılmadığı tam olarak bilinmiyor. Ancak bunda bir doğruluk payı olsa gerek! Zira Orhaneli'ne bağlı bazı köylerde bugün bile Nilüfer çayının adı Ulufer olarak telaffuz edilmektedir.
            Hammer; Nilüfer adının "Olivera"nın değişikliğe uğramış söylenişi olabileceğini ileri sürmektedir.
            İbni Batuta, "Seyahatnamesi"nde; İznik'i ziyarete gittiğinde, kendisini huzuruna kabul ettiği Nilüfer'den "Büyun Hatun" diye bahseder. Ancak bunun bir başkası olabileceği de düşünülmelidir.
            Osmanlı beyliğinin çevresinde yer alan Bizans tekfurları; Osman Gazi'nin ve beyliğinin güçlenmesini istemiyorlardı. İleride sıranın kendilerine geleceğini düşünüyorlardı. Açıkçası ondan çekiniyorlardı. Bu nedenle aralarında anlaşarak, pusu kurup kendisini öldürmeyi kararlaştırdılar.
            Bilecik (Belokome) Tekfuru (ya da oğlu) Yarhisar Tekfuru'nun kızı olan nişanlısı Holofira (Nilüfer) ile evlenme hazırlıkları içindeydi. Eski dostu Osman Gazi de düğüne çağırılacak ve pusuya düşürülüp öldürülecekti. Osman Gazi'nin gerçek dostu olan Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, bu haince planı haber verir. Osman Gazi bunun üzerine, onlara karşı bir plan ve pusu hazırlar. Kadın kılığına soktuğu 40 yiğidi ile önce Bilecik kalesini ele geçirir. Sonra düğün alayını Kaldırak denilen yerde kıstırarak tutsak eder. Bunların arasında gelin Holofira da vardı. Güzel bir kızdı ve soylu bir aileden geliyordu. Adını Nilüfer olarak değiştirdiler. Osman Gazi, O'nu oğlu Orhan'la evlendirdi. Bu evlilikten Süleyman (Paşa) ve Murat (I. Murat) adında iki erkek çocukları oldu. Gayrı müslimlerden alınan ilk padişah hanımıdır.
            Nilüfer Hatun iyiliksever ve hayır işlerine düşkünlüğü ile bilinir.
            Bursa'nın batısından geçen çayın üzerine kendi adıyla anılan köprüyü yaptırmıştır. Bu çaya da "Nilüfer Çayı" denmiştir.
            Bursa hisarının "kaplıcakapı" denilen kısmında bir tekke ve "Darphane" Mahallesi'nde de bir mescit yaptırmıştır. Bu mescidin Orhan Gazi'nin aynı adı taşıyan kızına ait olabileceğini ileri sürenler de vardır.
            Öldüğünde Tophane semtinde eşi Orhan Gazi'nin kabrinin bulunduğu türbeye defnedilmiştir.


GÜLÇİÇEK (MARYA) SULTAN
            I. Murat'ın eşi, I. Bayezit'in (Yıldırım) annesi. XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. I. Murat zamanında Osmanlı ordusu Trakya'ya geçmiş, Edirne ve Filibe'yi alarak, Balkan dağlarına dek ilerlemişti. Bu akınlar sırasında Bulgaristan'ın büyük bölümü ele geçirilmişti. Kral İvan Aleksandr, Yahudi asıllı eşi ve kızı Marya , bu seferler sırasında tutsak edilmişlerdi. I. Murat'ın huzuruna getirilen tutsaklar, korku içinde haklarında verilecek kararı bekliyorlardı. Ne zaman ve ne şekilde öleceklerini düşünüyorlardı. Kralın kızı bir içim suydu. Murat, mavi gözlü, sarı saçlı bu kızı görür görmez vurulmuştu. Bu nedenle de müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine de iyi davranır. Kızın saçlarını okşar. Okşadıkça içi gıcıklanır. Ne yapıp ne edip bu kızı kendisine eş olarak almak ister. Kız korkudan tir tir titremektedir. Uzun boylu, ince belli, endamlı bir kızdı ve henüz 16 yaşındaydı.
            Murat tercümanı aracılığı ile kızı kendine eş olarak ister. Ölümlerini düşünen kral ve kraliçe bu teklifi hemen kabul ederler. Kabul etmeyip de ne yapsınlar? Canlarından mı olsunlar? Bir yandan da ölümden kurtulacakları için gizli bir sevinç duyuyorlardı.
            İşte Murat'ın ilk karısı bu Bulgar prensesi oldu. Adını Gülçiçek olarak değiştirdiler. Sarayda Osmanlı dilini ve adetlerini öğrettiler.
            Evliliklerinin yılı dolmadan bir erkek çocukları oldu. Adını Bayezit koydular. Bu, geleceğin padişahı Yıldırım'dı.
            Tarihçi Mükremin Halil İnanç; Marya'nın Rum asıllı olduğunu yazar.
            Bir başka Osmanlı tarihçisi de Maria'nın Karesi Beyi Aclan'ın karısı olduğunu, I. Murat tarafından tutsak alınarak Bursa'ya getirilmiş olduğunu ve oğlu Bayezit'e savaş ganimeti olarak verdiğini yazar.
            Gülçiçek Sultan'ın türbesi Altıparmak ile Muradiye arasında yer alan Yahşi Bey Mahallesi'nde oğlu Yahşi Bey'in kabrine yakın bir yerde bulunmaktadır.
            Sağlığında kendi adına vakfiyeler kurdurmuştur. Altıparmak'ta bir medrese ile Yahşi Bey Mahallesi'nde bir cami yaptırmıştır.
'Acımasız Yıldırım'ı doğuran nazlı anne' diye nitelendirilir. Onu azize olarak kabul edenler olduğu gibi, II. Bulgar Krallığı'nın yıkılışını bunun uğursuzluğuna bağlayanlar da olmuştur. Kara yazgılı diye kabul edilmiştir.
           Bulgaristan'da adına birçok türkü yakılmıştır. Bu türkülerden bazıları doğu Bulgaristan'da hala dillerdedir. İşte iki örnek:

Al beni güzel Mara.
İki dine inanalım,
İki çeşit yemek pişirelim,
İki ayrı yerde tapınalım,
Sen kilisede, ben camide.
***
Ey Mara, ey beyaz Bulgar kadını!
Haydi Mara'cığım gel beni dinle,
Hemen vazgeç bu Bulgarlığından,
Gel Murad'ın güçlü kollarına.

            Bir kaynakta türbesinin Muradiye Külliyesi içinde şehzade Mustafa ile Bayezit'in oğlu Mahmut'un kabirleri arasında olduğu ve II. Murat'ın türbesi gibi üzerinin açık bırakıldığı geçmektedir.
            Ancak bu türbede yatan mevtanın Sırbistan Kralı Georgi Brankoviç'in; 1433'te değerli çeyiziyle birlikte II. Murat'a (1421-1451) verdiği kızı prenses Maria olduğu ifade edilmektedir.
           Bu evlilik resmi kayıtlara da girmiştir. Bu Sırp prensesi ölünceye dek Ortodoks kalmış ve Aynaros yarımadasındaki manastırlarına yardımda bulunmuştur.
          Bulgar kralı Aleksandr'ın kızı Mara'nın (Gülçiçek) türbesi Muradiye Külliyesi'nin 500 m kadar doğusunda, Osmangazi Kaymakamlığı'nın arkasında oğlu Yahşi Bey ile yanyanadır. Burası Yahşibey Mahallesi olarak anılmaktadır. Türbenin çevresi yeniden düzenlenerek turistik bir mekan haline getirilebilir, Türkiye ve Bursa'yı ziyaret eden Bulgar turistler buraya çekilebilir.

DEVLET HATUN
(Olga mı, Devlet Hatun mu?)
            I. Murat'ın ordusuyla Rumeli'nde bulunmasını fırsat bilen Anadolu beyliklerinden bazıları Osmanlı topraklarına tecavüz etmişlerdi. Her Rumeli seferinde hemen hemen aynı durumlar yaşanıyordu. Savaş yahut başka yöntemlerle Anadolu birliğini sağlamak gerekiyordu. Bu düşünce ile ilk adım atıldı. Şehzade Bayezit'in Germiyanlı Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun'la evlendirilmesinin Osmanlı'ya güç ve itibar kazandıracağı düşünülüyordu!.. Murat, adamları vasıtasıyla şöyle bir nabız yoklattı.
            Germiyanlı, kızını vermekten yanaydı. İlgili bölümde söz edilmişti. Dilerseniz yeniden anımsayalım.
            Murat; Germiyanoğlu'na teklifi bildirmek üzere Bursa Kadısı Koca Efendi'yi, sancaktarı Aksungur'u, Samsa Çavuş'un oğlu Timurhan'ı, kadı efendi ile sancaktarının eşlerini, Bayezit'in süt ninesini dünürcü olarak gönderdi ve bunlara 3000 kişilik bir kafile eşlik etti. Dünürcüler yanlarında birçok hediye ve eşya da götürdüler.
            Germiyan Beyi I. Murat'ın elçilerini çok iyi karşıladı. Onları gayet güzel ağırladı. Kızını gelin olarak gönderirken, emirahurunu da kızının beraberinde giderek, atının üzengisini tutmakla görevlendirdi. Bahsi geçen kişi sonradan Murat'ın sarayında kalarak emirahurluk görevini sürdürmüş, ölünce de ailesinde biri bu görevi devam ettirmiştir.
            Evlenme töreni, o güne dek Bursa'da görülmeyen, duyulmayan bir debdebe içinde yapılmıştır. Büyük bir ziyafet hazırlanmıştır.
            Düğünde Aydın, Menteşe, Kastamonu, Karaman beylerinin, Suriye ve Mısır sultanlarının elçileri de bulunmuşlardır.
            O dönemde adet olduğu üzere; Arap atlarından, İskenderiye kumaşlarından, Rum tutsaklardan oluşan armağanlar sunuldu. Sadece Evrenos Bey; en yakışıklı Rum delikanlıları ile en güzel Rum kızlarından oluşan 100 tutsak sunmuştur.
            Bunlardan 10'u duka altınlarla, 10'u da gümüş paralarla dolu tabaklar taşıyorlardı. Ötekiler ise altın ve gümüşten 10 leğen, mineli bardak ve taşlar, değerli taşlarla süslenmiş şişe ve kadehler taşıyorlardı.
            Bunlardan başka prenseslerin evlenmelerinde adet olduğu üzere, başlarından aşağıya avuç avuç "saçı" denilen altın hediyeler atılırdı. Bu tür hediyeler Murat'ın katına sunuldu. O da Mısır atları ile Mısır kumaşlarını Evrenos'a, Rum esirlerini de Mısır Sultanı'na verdi. Asya beylerinin göndermiş olduğu armağanları da bilginlere ve şeyhlere sundu. Böylece cömertliğini göstermiş oldu.
            Gelin çeyiz olarak Eğrigöz, Tavşanlı, Simav ve Kütahya şehirlerinin anahtarlarını getirdi. Bayezit'in bu evliliği Osmanlı Devleti'ne geniş ve zengin topraklar kazandırdı.
            Selçuklu Devleti'nin topraklarını paylaşan 12 beylikten 5'i büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Bir taşla iki kuş vurulmuştu. Osmanlı Devleti Anadolu'da güçleniyordu.
            Çelebi Mehmet, Devlet Hatun'un oğlu olarak bilinir.
            Yıldırım Bayezit, Devlet Hatun'dan sonra Köstendil Bulgar Prensi Konstantin'in kızı Olga ile evlenir. Ali Kemal Meram; birtakım kaynaklar göstererek, Çelebi Mehmet'in annesinin, Köstendil Bulgar Prensi Konstantin'in kızı Olga olduğunu ileri sürmektedir. Devlet Hatun'un Olga'ya hizmetçilik ettiğini anlatır.
            Babası gibi o da bir Bulgar prensesinden doğmuştu.
            Devlet Hatun'un türbesi Meydancık camii yakınlarındadır.
            Devlet Hatun'un kabrini örten sandukanın başucundaki yazıt şöyledir:
            ''Hazihi
            Türbetü'ş-şerifetü'ş-seyyideti'l muhaddere
            Sultanü'l havatin Devlet Hatun
            Ve hiye valyidetü'l-Sultanü'l-azam Sultan
            Mehmet bin Bayezid Han halledallahü mülkehu''.


EMİNE (HATUN) SULTAN
(Veronika mı, Emine mi?)
            Çelebi Mehmet'in eşlerinden biri de Dulkadiroğlu Süli Bey'in kızı Emine Hatun'dur. Bu hanım II. Murat'ın da annesi olarak gösterilir.
            Ali Kemal Meram'ın "Padişah Anaları" adlı kitabında anlattıklarına bakılacak olursa, Çelebi Mehmet sarayı dolduran birçok tutsak kız arasından Veronika, Sofia ve Anna adlarında birbirinden güzel 3 Hıristiyan cariyeyi kendine eş olarak seçmiştir. Ve bunlar ona birçok oğlan ve kız doğurdular. Şehzade Murat, Ahmet ve Yusuf adlı oğulları Veronika adlı eşinden doğmuşlardır.
            Bunların içinde en büyükleri olan Murat, kendisinden sonra Osmanlı padişahı olacaktı.
            Osmanlı tarihçileri daha öncekilerde yapıldığı gibi, Murat için de uydurma bir soy kütüğü yaptılar ve annesinin bir Türk beyinin kızı olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bunun Dulkadiroğlu Mehmet Bey'in kızı olduğunu söylediler. Kitaplara bu şekilde geçirdiler. Akıllarınca Murat'ın hükümdarlığına gölge düşürmemeye çalıştılar.
            Bir görüşe göre; Mehmet'e Çelebi lakabı Mevlevi tarikatına mensup olduğu için verilmiştir.
            Çelebi Mehmet 32 yaşında öldüğünde; geride Veronika'dan olan Murat, Ahmet ve Yusuf'la, Anna'dan olan Mahmut ve Sofia'dan doğan Kasım adlarında oğulları ile Hatice, Sultan, Ayşe, Selçuk, Hafsa ve Fatma adlarını taşıyan kızları kalmıştı.
            Şimdi hükümdarlık sırası Veronika'dan doğan Murat'taydı. (II. Murat)
            Murat II, 6. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı.


HÛMA (HATUN) SULTAN
(Hûma Hatun mu, Maria Despina mı?)
            II. Murat birçok kadınla evlenmiştir. Bunlardan biri de Sırp kralı Despot Curac Brankoviç'in kızı prenses Maria Despina idi. Vaktiyle Yıldırım'ın eşlerinden prenses Olivera'nın prens kardeşleri Stefan ve Vuk, kardeşlerini Yıldırım'a vererek tahtlarını sağlama almışlardı. Şimdi o tahtta Brankoviç oturuyordu. O da aynı yolu izleyerek, tahtını ve canını emniyete almak için henüz daha 14 yaşında olan kızını bir armağan olarak II. Murat'a sunmaya karar verdi. Kız Osmanlıca'yı da biliyordu.Yüzlerce kişiden oluşan düğün alayı ile güzel kızını Murat'a gönderdi. Sokaklar, Osmanlı ve Sırp bayrakları ile donatıldı. Osmanlı tarafında da sokaklar taklarla süslenmişti. Gece fener alayları düzenlendi. Gelinin geçeceği yollara halılar serildi. Develer kurban edildi.
            Maria Despina, II. Murat'a birçok çocuk doğurdu. Bunlardan biri de Mehmet adını taşıyordu. Bu ileride Osmanlı tahtına oturacak ve İstanbul'u fethedecek olan II. Mehmet yani Fatih'ti.
            Murat'ın öteki Hıristiyan eşlerinden de kızlı erkekli birçok çocuğu olmuştur. Bunlar; Ahmet, Alâaddin, Orhan, Hasan adlarındaki erkek çocuklar ile 6 kızdır.
            Devşirme Osmanlı tarihçileri II. Mehmet'in (Fatih), Mar(i)a Despina'dan doğmuş olmasını, onun yüceliğine gölge düşüreceğini düşünerek, bu kadına Hûma Hatun adını verirler. Bunun Sırp kralının kızı olduğunu söylemeye dilleri varmaz.
            II. Murat tahta oturur oturmaz amcası Mustafa Çelebi'yi öldürttü. Ardından da kardeşleri Ahmet, Mahmut ve Yusuf'un gözlerine mil çektirdi. Geride kalan şehzade Mustafa'yı da İznik'te hamamda yıkanırken yakalatıp öldürttü ve sur dışında bir incir ağacına astırdı. Osmanlı'da şehzade olarak doğmak, ölüme davetiye çıkarmak gibi bir şeydi.
            Anaların ne denli acılar çektiğini varın siz düşünün.

İPEK YOLU’NDA DERBENTÇİ KÖY: AKSU


Fevzi Şen / Bursa Kent Tarihi Araştırmacısı
Tarihi ve kültürel dokusu ile dimdik dik ayakta duran az sayıdaki köylerimizden biri olan Aksu, son günlerde kent gündeminde… Bursa Valisi Sn. Şahabettin Harput, Kestel Kaymakamı Sn. Erhan Özdemir ile birlikte, Köy Muhtarı Nihat Koştur’un daveti üzerine köyü ziyaret edip incelemelerde bulunmuş. Köylülerin, Aksu’nun tarihi dokusunun elden geçirilip, turizme açılması konusundaki taleplerine: “Geçmişten miras eski evleri ve tarihi yapıları ayağa kaldırıp, gelecek nesillere aktarmalıyız” diyerek,  olumlu cevaplar vermiş.
Bir grup Bursa Kent Konseyi üyesi çevre ve tarih dostu ile birlikte, bizler de, gündemdeki köyü tanımak, gönüllü katkısı sağlamak adına, 13 Mart 2010’da Aksu’yu ziyaret ettik. Günlerdir yağışlı geçen hava o gün şansımıza açıktı. Baharın habercisi kızılcıklar ve erik ağaçları çiçek açmıştı. Geleceğimizden önceden haberdar olan muhtar, bizleri köy meydanında karşıladı. Köyü hakkında ilk bilgileri verdi. Şunları söyledi:

“Aksu; Bursa’nın güney doğusunda, eski Bursa Ankara Yolu üzerinde, Uludağ eteğinde  Kazancı yokuşunda, Göksu Deresi etrafında kurulmuş 600-650 yıllık bir Osmanlı köyüdür. Doğusunda Kazancı, güneyinde Turanköy- Erdoğan (Dimboz), kuzeyinde Lütfiye, kuzeybatısında Gözede ve Alaçam köyleri bulunmaktadır. XIV. yüzyılda Horasan erenlerinden Çiçek Dede tarafından kurulan köyümüz, Bursa’ya 24 km uzaklıkta olup Kestel’e bağlıdır. 
2010 yılı itibariyle köyümüzde 600 kişi civarında nüfus var, 130 hanedir. 1908’de 121 hanenin yaşamış olduğu tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. 1927’de ise nüfusu 676 kişi imiş.
Aksu; İpek Yolu üzerindedir.  Derbentçi köyü olarak bilinmektedir.” 

AKSU’YU KÖŞE BUCAK GEZDİK 
Bu ilk bilgileri aldıktan sonra, Muhtarla birlikte köyü gezdik, tarihi mekanları ve sivil mimarlık örneği evleri tek tek gördük. Zamanımıza ulaşabilen yapılara bakıp, Aksu’nun özgün kalabilmiş nadir köylerimizden biri olduğu kanaatine vardık. Benimle birlikte, bir kısım arkadaşımız gördükleri güzellikleri fotoğrafladılar.
Bozulmamış sivil mimarlık yapısı binaları dikkatimizi çekti. Çoğunlukla iki katlı evlere, iki kanatlı ahşap kapılı avludan geçilerek girilmektedir. Evlerinin alt katları ahşap hatıllı taş duvarlı olup, üst katlar ahşap karkas tekniği uygun kerpiç dolguludur. Bu özellikleri ile Aksu köyü evleri bizlere, aynı dönemde kurulduğu sanılan yöre köylerinden,- yalnız Bursa’da değil  Türkiye’de tanınan- Cumalıkızık’ı hatırlattı. Cumbalı, çivit mavisi, beyaz, yeşil, pembe boyalı evleri ile,  çok azı  günümüze gelebilen kadim Bursa evlerinin benzerlerini Aksu’da görmüş  olduk..

Avlusunda, mabedi yaptıran şahsın kabri bulunan, tarihi Köy Mescidi yıllar içinde gördüğü onarımlarla halen ibadete açık iken, hemen güney doğusundaki küçücük hamam, taş ve tuğladan tonozlu kubbeli olarak yapılmıştı, ama bazı kısımları yıkıldı, yıkılacak konumda idi. İçine girdim; soyunmalık kısmı ahşap çatılı olduğu için zamana dayanamayıp çürümüş. Kararmış tavan tahtaları yere doğru sarkmış, payandalarla ayakta zor duruyordu. Buradan, ılıklık ve sıcaklığa geçip yıkanma yerlerine vardım. Kurna başı denilen yerlere dikkatlice baktım. Oradan, halvet adı verilen,  yalnız başına yıkanma hücrelerine geçtim.. Tarihi doku yerli yerinde bozulmadan duruyordu. Künk borular kullanılamadığı için, son yıllarında, zaruretten olsa gerek, duvar üstlerinden plastik borular döşenerek, güneş enerjisi ile ısıtılarak  kullanılmış. Çirkin bir görüntüsü vardı…
Hamamın külhanı çoktan çökmüştü. Odun ateşinden çıkan alev ve duman, tüteklik adı verilen, duvarların içlerinden geçip, bacadan çıkarak hamamı ısıtırdı. Külhandaki kazandan çıkan sıcak su ise,  künk borularla kurnalara gelirdi. Burada taslara dolarak bol köpüklü sabun ile,  hamamcıları ak-pak yapar, dinlendirdi. Muhtar Nihat Bey, çıkışta bana, hamamın dışından geçen künk boru yerlerini gösterdi:
“Nasıl bir teknik uygulandıysa, kaloriferli gibi bir hamamdı.”dedi.
Hamam gezisinin bende uyandırdığı ilk izlenim; son yıkananı sanki biraz evvel ayrılmış gibiydi…  Hâl dilince kulağıma, “Kimler yıkanmadı ki bende!” diye adeta fısıldıyordu. “İpek yolunun yorgun yolcularını da yüzyıllarca yıkadım”, diyordu…          

Köyle yaşıt olduğu söylenen tarihi köy konağı da yılların yorgunuydu, mahzundu. Kendisine   dokunacak, yeniden  hayatiyet kazandıracak  bir el beklemekteydi.
İki handan büyüğünü, İstanbullu Tüccar Mehmed oğlu Hoca Dursun yaptırmış.  Bu hanın, yalnızca kuzey kısmındaki duvarı, taç kapısı, kitabesi ile birlikte günümüze kadar ulaşabilmişti. İlk yapılan Küçük Hanın ise yarıya kadar yıkık güney duvarı mevcuttu. Bu duvar zaman içinde bazı Aksulular tarafından değerlendirilmiş, üzerine komşu binanın duvarı kondurulmuş vaziyetteydi.. 
           
Aksu’nun tarihi çeşmesi, ulu çınarın gölgesinde hâlen gürül gürül akmaktadır. 1896’da Sultan Abdülhamid döneminde, Bursa valisi Münir Paşa tarafından, yollar açılırken  yaptırılan bu çeşmenin, tuğra kitabesi kem gözlerden, uğursuz  ellerden sakınılmış, kafes içinde korunmaktadır..
            
Tarihi çınarı da görülmeğe değer. Bursa Orman İşletmesi Müdürlüğü Mühendislerinin yaptırdığı inceleme sonucu ağacın, 420 yıllık olduğu 1590’da dikildiği tespit edilmiş. Dallarının birbirlerine doğru uzandığı, zaman içersinde bazılarının birleşerek lehim gibi  kaynaştığı, dikkatlice bakıldığında görülebilmektedir. Muhtarın verdiği bilgiye göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında, bir Bursa ziyareti dönüşünde, o çınarın altında serinleyip, huzur bulmuş… Kendisine ikram edilen çayı içip, Aksulu ve çevre köylülerle sohbet etmiş.

Köyün kurucusu Çiçek Dedenin kabrinin de bulunduğu, tarihi Çiçek Dede Mezarlığı eski Bursa Ankara Yolu üzerinde bulunmaktadır. Burası köyün ilk mezarlığıdır. Bu mezarlıkta yatmakta olan, Kurtuluş Savaşı şehitlerinden kahraman üsteğmen Mustafa Şefik Bey ve kimlikleri hakkında bilgi bulunmayan altı şehit eri, muhtarla birlikte ziyaret ettik. Köyü tanıtan broşürde, üsteğmen Mustafa Bey hakkında şunlar yazılmaktadır: Mustafa Şefik Bey, Bursa’nın işgal yıllarında Acıelma (Şadan) köyündeki Yunan karakoluna bir gece baskını düzenlemiş. Nöbetçiyi öldürmüş. İçeri attığı bomba ile on dört Yunan askerini havaya uçurmuş. Attığı ikinci bomba talihsizlik sonucu patlamamış. Sağ kalan bir Yunan askeri bombayı üsteğmenimizin üzerine fırlatıp şehit etmiş.
Köyün yaşlılarından Halil Lafçı (D.1932) “Şehitlikte, üsteğmen Şefik Beyin yanında, 1922’de Alay mızıkacısı olarak görev yaparken şehit düşen altı erimiz daha yatmaktadır” dedi.  Köyünü tanıtma adına, sözlerini şöyle sürdürdü:
“1930’lu 40’lı yılarda köyümüzde gülcülük yapılırdı. Köylümüz geçimini gülcülükle sağlardı Gül bahçeleri çoktu, Aksu gül kokardı. Ardından, ipek böceği yetiştiriciliği yaptık. Zirai ilaçla tanıştık. Zehir kullanılması yaygınlaştı. Bu durum dut yapraklarını etkiledi, ipekçiliği bitirdi.  Dutlukları kestik. Meyveciliğe başladık. Şeftalicilik yaptık. Bir kısım insanlarımız, yine geçimini sağlayamadı. Gençlerin bir kısmı köyden şehre göçtü.”

Muhtar Nihat Koştur, Aksu,  İpek Yolu üzerinde, Derbentçi köy derken, köyün eski misyonu gözümün önünde canlandı. Şöyle hafızamı yokladım “İpek Yolu” ve “Derbent-Derbentçi” bilgilerimi hatırladım. Arz edeyim: 

İPEK YOLU 
İpek Yolu; Çin'in en uç noktasından başlayarak, Orta Asya’yı baştan başa kat ederek Avrupa içlerine, hatta, Britanya Adalarına kadar ulaşan binlerce kilometrelik bir yoldu. Bu tarihi kervan yolu, yüzyıllarca, kervan yolcularını varacakları yerlere güvenle iletti. Kervanlarla taşınan malının ağırlıklı olarak ipek ve ipekli mamullerden oluşması nedeniyle de bu tarihi yol,  İpek Yolu olarak adlandırıldı.  
İpek Yolu’nun zaman zaman güzergah değiştiren ana ve tali yolları vardı. Dönemin siyasi, sosyal, ekonomik koşulları etkili olurdu, güzergah tayininde… Anadolu, İpek Yolunda önemli bir güzergahtı.

İpek Yolu’nda, kervanlarla, ipek ve ipek ürünleri yanında, Uzakdoğu’nun maddi değeri yüksek taşları, porselen, kâğıt, baharat..gibi değerli malları da taşınırdı. Dinî ve kültürel kitaplar, her türlü sanat eserleri… Yine bu ticarî yollarla satandan alana ulaştırılırdı. Yani, kültürler arası  fikir alışverişte de bulunulurdu. Evet, Kervancılar bu kâdim yolla, değerli mallarla birlikte, kültür,  sevgi, hasret de taşırlardı

İLK ADIM OLARAK KERVANSARAYLAR KURULDU
Selçuklular ve Osmanlılar zamanında, Anadolu’nun  Türklerin eline geçmesi ile birlikte, İpek Yolu’nun  Anadolu  güzergahlarının ticareti elimize geçti. Atalarımız, hakimiyetimiz altındaki güzergahlarda  ticari faaliyetleri artırmak adına iki önemli adım attılar: Bunlardan biri “Kervansaray” yapıları, diğeri de  “Derbent” teşkilatıdır.
Anadolu’da ticaret yolları boyunca, XII. yüzyıldan itibaren “Kervansaraylar” yaptırıldı. Yaya yürüyüşü ile bir günlük mesafelere, deve yürüyüşü ile de, otuz kırk kilometreyi geçmeyen  aralıklarla yapılan Kervansaraylarda; yolcuların kalabileceği odalar, eşyaların konabileceği depolar, hayvanlarının barınabileceği ahırlar… gibi bölümler bulunurdu.
Kervansarayların inşası ile, kervanların eskisi gibi ıssız yollarda,  harami saldırılarına açık bir biçimde, çadırlarda gecelemeleri dönemleri sona erdi. Tüccarların,  hem can ve mal güvenliği sağlandı, hem de çağına göre  konfor ortamı oluştu. Irk, din, milliyet ayrımı gözetmeksizin tüm kervanlar misafir kabul edildi. Ayrıca, bu kervansaraylarda, üç günlük süre ile sınırlı olmak üzere parasız yiyecek, yatak, sağlık ve hayvanlara ahır hizmetleri de verildi. Her türlü giderleri karşılamak amacı ile, Kervansarayların vakıfları da bulunurdu.  Ve, vakıfların  çalışma prensipleri vakfiyelerinde açıkça ifade edilirdi.  .
Kervansarayda bir olay ihbarı yapıldığında gereği yapılırdı. Yolcunun malı kaybolursa, zararı ziyanı  ödenirdi. Can kaybından derbent görevlisi sorumlu tutulurlardı.
Yolcular, sabah uğurlanırken kervansaray görevlisi, yolcuklara şöyle seslenirdi:
"Canınız, malınız tamam mıdır?" Yolcular da: "Cümlesi tamamdır, Allah, hayrat sahibine
rahmet eylesin! ” diye dua ederek karşılık vererek, ayrılırlardı

İKİNCİ ADIM DERBENT TEŞKİLATI OLDU
Kervanların güvenliğinin sağlanması, ıssız ve sahipsiz yerlerin  tarıma açılıp şenlendirilmesi adına, Anadolu’da ticaret yollarının üzerinde ikinci bir adım daha atıldı, “Derbent Teşkilatları” kuruldu. Kervansaraylar, hanlar, geçitler, köprü başları, derbentlerin kurulduğu belli başlı yerler oldu. XIV. yüzyılın sonlarından itibaren de Derbent teşkilatı yaygınlaştı. Güvenilir kişiler derbent görevlisi yapıldı. Onlardan, kervanların korunması, güvenliklerin sağlanması, bozulan yolların onarılması, talepte bulunan kervanlara kılavuzluk etmeleri,  istendi; ama, tüm bu hizmetlerinin  karşılığında, kendilerinden  vergi alınmadı.    .
      
İpek Yolu’nda yapılan adeta devrim gibi bu yeniliklerle, ve alınan tedbirlerin başarılı bir biçimde uygulamaya konması ile Anadolu,  dünya ticaretinin merkezi konumuna geldi. Ta ki, Avrupa ülkelerinde de yerli ipek üretilmeye başlayıncaya, XVII. yüzyılın başlarına kadar. 
  
Bu tarihi bilgilerden sonra şimdi gelelim Aksu Köyünün tarihteki rolüne..   Kâmil Kepecioğlu’nu kaleme aldığı,Bursa Kütüğü adlı kitabın, I.cildinde,  Aksu hakkında şu bilgiler mevcuttur:
 “XIV. asırda Sâmit (Sıyâmi) Dedeye padişah hükmi şerif verip  Aksu’da oturmasını sağlamış, ayrıca haymane evlerde kalanlardan ve hiçbir kimseye reaya kaydolunmamış kimselerden getirilip Aksu şenlendirilmiştir. Bu kimselerin avarız-ı divaniyeden emin olup burasını gözetip ve buradaki kervansarayı tamir edip ve yolları açıp cemi tekâlif-i örfiyeden de müsellem olmalarına dair hükm-i şerif verilmiştir.

Köyün ilk mutasarrıfı Yahya Fakih idi. Sıyami Dedenin ölümünden sonra Aksu,  ulemadan Mevlânâ Şeyh Muslihuddin Efendiye, oğluna, oğlunun oğluna temlik edildi. Malikâne mutasarrıfı iken bu da vefat etmiş oğlu Mevlânâ Şemseddin Efendiye intikal etmiştir.
Beylik Han da denilen büyük kervansarayı 1498’de, iki dönümden fazla yerde, İstanbullu Tüccar Mehmed oğlu Hoca Dursun yaptırdı.  
Mevcut bir fermanda göre, Aksu köyü 1609 senesinde, eski Rumeli Beylerbeyi Nişancı Mehmet Paşanın mülki imiş…1656 senesine ait bir kayda göre de, Aksu Köyü has odabaşı Hasan Ağaya  hatt-ı hümayun ile temlik buyurulmuş. O da, Haremeyn (Mekke-Merdine) fukarasına ve bazı hayratına vakfeylemiş…
1660’da Celâlî Hasan istilasında Aksu’daki Han ve karşısındaki dükkanlar kısmen yanmış, kısmen yıkılmış, üzerindeki kurşun zayi ve telef olmuş. Hayırseverlerden Sûfi Hacı Mehmed, Hanı, kendi parası ile tamir ve ihya etmiş…
1743’de Muallimzâde Kazasker Ahmed Efendi, bir mektep ve bir zaviye bina eylemiş ve idaresi için de Bursa’da Zeyniler Mahallesinde bir çifte hamam bina edip vakfeylemiş… Şeyhülislâm Kara Çelebizâde Hüsameddin Efendi, Aksu’daki büyük ve küçük hanları Kozluören’deki camiye vakfeylemiş.”

ADIM ADIM AKSU GELİŞTİ
Aksu’yu tanıtan bir broşürde;Küçük Han’ın, Hamamın ve Mescid’in 1460’da vakıf olarak  yaptırıldığı tahmin edilmektedir, denilmektedir.. Ayrıca, Mescidin mülkiyetinin Karçelibizâde Hüsameddin Vakfı’na ait olduğu ifade edilmektedir.
Yukarıdaki satırlarda ifade ettiğim, Kervansaray ve Derbentçi bilgilerinden yola çıkarak, Aksu’daki tarihi yapılarla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: İlk Han’a, Küçük Kervansaray’a bir kurucu derbentçi atandı. Han, hamam, mescit ve mektep için: Vakıf mütevellileri, mescidin imamı, müezzini, mektebin muallimi… ilk görevlendirilenler oldu. Aksu geliştikçe ihtiyaca göre,  dükkânlar, değirmenler hizmete girdi.  Derbentçi ölünce, bu görevi oğlu, torunu yaptı. Ya da görevlendirilen bir başkası. Bu konuda bilgi yok
 Bu Kervansaraylarda; nalbant, baytar, tabip… gibi kervan yolcularına ve  hayvanlarına sağlık hizmeti veren görevliler  bulunduruldu. Ayrıca, araba ve koşum takımları onarımı yapan, arabacı, demirci, semerci, saraç… gibi   ustalar da vardı.  
Aksu’daki bu tarihi yapılar, yüzyıllarca İpek Yolu yolcularına, barınma, yeme içme, yıkanma, sağlık hizmetleri sundular.
Hatta bu Kervansaraylar, hacca giden ya da hacdan dönen yolculara da kucak açtı. Belki de bazı Bursalı hacılar Aksu’da yakınları tarafından hüzünle uğurlandı, sevinçle karşılandı... Nihat Bey bu konuda şunları söyledi:
“Evet, benim çocukluğumda bile bazı hacılar köyde karşılanırdı. Hacı yakınları biz çocuklara krep verip sevindirirlerdi. Onları boynumuza sevinçle sarardık.

İpek Yolu’nun kervanları birden fazla güzergah izleyerek Anadolu’nun muhtelif şehirlerine ulaşırlardı, demiştik. Bir örnek verelim; Erzurum’dan Anadolu’ya giriş yapan bir kervan, Malatya, Kayseri, Ankara, Bilecik… güzergahından İnegöl’e varırdı. İnegöl’den Akıncılar, Babasultan, Kozluören, Şükraniye köyleri yoluyla Aksu Kervansarayına gelir, orada bir süre mola verirdi… Yolcu edilen kervanlar ise, Kızık köylerini aşıp, Uludağ’ın kuzey yamaçlarından geçerek Temenyeri’ne varırdı. Oradan da, Gökdere vadisinin en dar yerindeki- şu an sadece ayak kaideleri kalan- köprüden geçerek Maksem Caddesi’nden Bursa’nın ticari hanlarına gelirdi. Yüklerinde; ipek ipliği, ipekli kumaşlar,  kadın ve erkek giyim eşyaları, deri, deri ürünleri,değerli taşlar, baharat… gibi mallar olurdu. Bu yüklerin bir kısmını Bursa’da satarlardı. İşlerini bitirince de, Bursa’dan aldıkları ürünleri de yanlarına alarak yollarına devam ederlerdi. İznik, İzmit, İstanbul ve Trakya istikametinden Balkanlara,  Avrupa içlerine kadar giderdi.

Aksu Köyü, tarihi İpek Yolu’nda bir duraktı, küçücük bir noktaydı. Bu köyün veya benzer köylerin bu misyonlarının unutulmaması adına, yeni nesillere hatırlatmak istedim…
Gezip gördük ki Aksu, turizme kazandırma adına, Bursa’da ikinci bir Cumalıkızık olmaya aday bir köy… Aksu köyü ziyareti bana bu duygu ve düşünceleri hatırlattı.


DUAÇINARI YA DA SEMAYA YAPRAK AÇMAK


Neslihan BOSTAN
Binlerce yıl öncesine uzanan tarihi ile Bursa, 1326’da Orhan Bey tarafından alınmış, yaklaşık kırk sene Osmanlı’nın başkenti olarak kalmıştır. Özellikle ilk yüzyıl içinde şehre yaptırılan ve cami, medrese, hamam vb. ünitelerden oluşan külliyeleriyle devrin en mükemmel yerleşim merkezlerinden biri olmuştur. Zaman zaman dış saldırılara, şehzadelerin birbirileriyle mücadelelerine ve bazı doğal afetlere tanıklık etse de her defasında kendini toparlamış ve eskisinden daha iyi bir konuma gelmeyi başarmıştır. Günümüzde de önemli bir ticaret, ilim ve kültür merkezi olarak canlılığını sürdürmektedir.
Osmanlı’nın kıtalara yayılan görkeminin sırrını Hisar’ın surlarının arkasında aramak gerekir. “Bursa, keşfedilmeyi bekleyen, Osmanlı kudretinin sırrını muhafaza eden bir ‘kara kutu’, kuruluş devrinin saflığını, enerjisini, heyecan ve coşkusunu kubbe ve minarelerine içirmiş bir iç deniz gibi, insanlara tarihte mühürlenen mektupları açacakmış hissini veren bir şehir”.
Geçmişten hatıralar ile hem tarihi ayakta tutan, hem de taşlarına kazınan anılarla ayakta kalmayı başaran bu topraklarda “beş yüz sene evvel dikilen çınarlar olduğu gibi, altı yüz senedir aşkla şevkle okunan mevlidler, yedi yüz senedir ziyaret edilen türbeler”de vardır.
Kimisi taştan kimisi yürekten beslenen her şehir gibi Bursa da kilitli kapılara, aşılmaz surlara, aziz hemşerilere sahiptir. Bu kentin de saklı zamanlarda yazılmamış tarihi, huzurun bekçisi dostları vardır.
Aynı zamanda Bursa, gönül sultanlarının dualarına mahzar olmuş önemli bir mekândır. İlim irfan sahibi pek çok kişiye ev sahipliği yapmakla birlikte onları güzellikleriyle kendine hayran bırakmış ve ismini dualara katmıştır. Nitekim Ankara yolu üzerindeki “Duaçınarı” olarak bilinen semtin ismini Somuncu Baba’nın hikâyesinde aramak gerekir. Kaynaklarda farklı anlatımlar olsa da ortak bir olaydan bahsedilir. Yıldırım Bayezid, Ulucami’in inşası bittiğinde ilk namazı damadı Emir Sultan’ın kıldırmasını arzu eder. Toplanan halk da içten içe bu temenniye katılır. Fakat bundan bir süre önce, halk arasında ekmek yapıp satmasıyla tanınan Somuncu Baba’nın ilmî derinliğinden haberdar olan Emir Sultan, imamlık için kendisinden daha üstün birinin olduğunu ifade eder. Buna padişah da dâhil bütün ahali oldukça şaşırır. Somuncu Baba sırrının ifşa edilmesinden mahzun, teklife rıza gösterir, namazı kıldırır. Fatiha sûresini yedi ayrı şekilde tefsir etmesiyle cemaati oldukça etkiler. Bu olaydan sonra insanların ilgi ve iltifatlarından mahcup olan ve huzuru kaçan Allah dostu Bursa’dan ayrılmaya karar verir. Molla Fenarî, Emir Sultan ve devrin diğer âlimleri bu duruma çok üzülür. Onu vazgeçirmeye çalışırlar, fakat ikna edemezler. Ondan son bir iyilik olarak, Osmanlı’nın başkenti bu güzel şehir için dua etmesini isterler. Somuncu Baba toprağa bir çınar diker ve yüreğini semaya açar. İşte, bu duaya ev sahipliği yapan semt bugün de “Duaçınarı” olarak bilinir.
Bilindiği gibi, dua insana en çaresiz anlarında yüreğine su serpen bir haber gibi gelir. Kişi çoğu zaman kendisi ve sevdikleri için Allah’a yalvarır. Mekke’den sonra Bursa da dualara mazhar olmuştur. Kendinden çok ümmeti için semaya el açan Peygamberin (sav) yine ümmetinin geleceğini düşünerek kutlu şehir Mekke’ye dua ettiği bilinmektedir. Böyle bir bereket çağrısı, bir millete hayır, huzur ve mutluluk dilemektir. Kıyamet kopacak olsa bile eldeki fidanın dikilmesini işaret eden bir hadis-i şerife binaen insan nasıl topraktan yaratıldıysa, hayatının devamında da ona muhtaçtır. Sema ile arz arasındaki bu sırrı bilen Allah dostu bu yüzden ağaç dikmiştir. Toprak gökyüzüne varsın, çınar semaya yaprak açsın istemiştir.
Bütün adımları hikmetli bu insanlardan asırlardır süren bir bereket emanet alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin sembolü sayılan çınar, kökleri kuvvetli, gölgesi geniş ve çok değerli bir ağaçtır. Bugün İnkaya, Kavaklı ve Kovuk çınarlarında izlerini bulabildiğimiz Duaçınarı’nın cismi gitmiş, fakat ismi hâlâ varlığını sürdürmektedir. Böyle güzel bir anıyla beslenen Duaçınarı’nın artık var olmaması, tarihî motifleriyle ünlü Bursa’nın geleceği için önemli bir kayıp olsa gerekir.
Bursa’ya dair yazılan bunca şehrengizin kendisini ne kadar tavsif ettiği ve aslında tam manasıyla ifade edilemeyen nice güzelliğinin varlığı her karış toprağında daha iyi anlaşılan Bursa, meraklıları için köklerinde hâlâ birçok masal ve gizem taşıyor. Keşfedilmeyi bekleyen bu şehir, tükenmez hazineleriyle -tarihten konuşan bir ayna mesabesinde- evliya dualarında gezinmeye devam ediyor.